6 Aralık 2012 Perşembe

Zirveden Bildiriyorum




Merhaba millet, şimdi sizlere UEFA Kupası C grubunun zirvesinden yazıyorum.

Burada hava güzel, ortam keyifli. Biraz dumanlı mı gözüküyor? O gördüğünüz duman son maçın saha içi dengesizliğinden değil, Türk tribünlerinin efsanesi Fenerbahçe taraftarının, hatta biraz daha özelleştirirsek Okul Açık’ın meşalelerinden.

Kendi evimizdeki son maça giderken dilimde tek bir şey vardı: “bu akşam on gol bile yesek üzülmem, kızmam”. Öyle de oldu en nihayetinde. On değil belki ama üç gol yedik. Ve sahiden de ne üzüldüm ne de kızdım. Öylesine dalmışım ki tribünün büyüsüne, üstüne üç gol daha yeseydik yine zerre laf etmezdim.

Neden mi?

Evvela gruptan lider çıkmayı zaten garantilemiş olduğumuz için.
Heyecanla ve hevesle Recep’in performansını beklediğim için.
Aykut Kocaman böylesine önemli bir maçta genç futbolculara “şans” verdiği için.

Onların bu şansı ne kadar iyi kullanıp kullanmadıkları tartışmaya açık elbette. Benim de aklımda, onlardan birkaçını, tam da zirveden sizlere bildirmek.

Bence bu maç, devre arasında takımdan gidecek futbolcuların kesin olarak belirlenmesi için oldukça idealdi.
Benim gidecekler listem hemen hemen şekillendi.

Öncelikle geçen sene gelmesini öyle çok isteyip, şu sıralar oynamadığı için futbolu unuttuğunu düşündüğüm Özgür Çek gitmeli; gerçekten oynayabileceği, kendini geliştirip adından söz ettirebileceği bir takıma. Sadece biyografisinde ya da iş bilgilerinde üç büyük takımdan biri yazacak diye yedeğe bile alınmadan ısrarla aynı takımda kalması onun zararına. Fenerbahçe’ye katacak hiçbir şeyi yok. Bence bu maçın sonunda iyice düşünüp, kendine bir yol çizmeli.

Aynı şekilde Orhan Şam da gitmeli diye düşünüyorum. Ne iyi ne kötü. Varlığı yokluğu bir olan adamın Fenerbahçe’de işi olmaz, olmamalı.

Ah Bienvenü! Onu izledikçe, Guiza’yı nasıl gönderdik biz diye içim yanıyor resmen! Adam kaleciyle teke tek kaldığında bile durup dururken düşebiliyor. Zaten duyduğum kadarıyla devre arasında makul bir fiyata “elden çıkarılacak”.

Artık yaşı gelmiş geçmiş, UEFA maçında bile yedek olan Semih de bence bavulunu toplayıp gitmeli. Artık takımın onu göndermesini beklememeli. Oynayacak kaç senesi kaldı bilmiyorum ama iki yıl bile olsa, forma şansı bulabileceği bir takıma gitmeli.

Egemen, Selçuk Şahin, Baroni, Recep Niyaz, Kuyt benim vazgeçilmezlerim! Mehmet Topal’a ise tahammül bile edemiyorum. Kaç zaman oldu ve ben hala onu niye transfer ettiğimizi anlamadım.

Krasic’e değinmemek de haksızlık olur. Daha önce söylemiştim, şimdi de tekrarlayayım: Sonsuza dek sabredebilirim ona!

Özetleyecek olursam maçta üzüldüğüm tek şey Stoch’un çıkarılmasıydı. Takımın koşan tek adamı, en azından bu maçta çıkarılmayı hak etmedi.

Ve tek dileğim, Göztepe maçına bu kadroyla çıkmamamız…

Zirveden bildireceklerim şimdilik bu kadar. Türkiye’nin gururu Fenerbahçe Avrupa yolunda emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor. Başarısı daimi, vuruşları keskin, attıkları gol olsun!

Bize bu gururu yaşattığın için teşekkürler Fenerbahçem!


19 Ekim 2012 Cuma


Muhabir: İspanya'da başarılı olabilecek misin? 
Maradona: Top orada da yuvarlak değil mi?





11 Ekim 2012 Perşembe

Vefasız Veda





Şimdi yazmaya, hissettiklerimi anlatmaya, içimden geçenleri sana aktarmaya nereden başlasam eksik kalır Kaptan. Evet, hala Kaptan diyorum sana. Hala 10 numara, hala efsane…

En son sesim konuşmaya yetmediğinde, her cümlem hıçkırıkla bölündüğünde Lefter’e veda ediyordum…

Sekiz sene öncesine dönmek biraz zaman alır. Günümüzü, sana yapılanları unutturur belki. Unutturmasın diye yazmıyorum, söylemiyorum. Ben seni hep güzel hatırlayacağım da, senin gidişine sebep olanlar için aynı şeyi söylemem mümkün değil.

Koskoca sekiz yıl Kaptan. Fenerbahçe Spor Kulübü’nde, iyisiyle kötüsüyle ve her bir anıyla dolu dolu geçirdiğin sekiz yıl… Neler gizli ardında, çocuklarına anlattığın ne hikâyeler, başarılar, övgüler, hayal kırıklıkları, özlemler… Unutulur mu sanıyorsun Kaptan? Unutulmaz elbet.

Bugün 12 Eki. 12, Cuma. Saat sabaha karşı 3 civarı. Bu satırları yazarken bile boğazım düğümleniyor, engel olamıyorum akan yaşlara. Meğer ne çok sevmişiz biz seni!

Babamdan öğrendim ben, “en çok tribündeki adamı seveceksin”  derdi o hep. Ben de öyle yapmıştım, sen gelene kadar. Sen bizi, bizden çok sahiplendin Kaptan. 30 milyonu yanına aldın, adım adım daha yükseklere çıkardın. Tribündeki adamdın sen benim için. Köşe vuruşlarında elin kalbinle buluştuğunda, parmaklarına değen Türk bayrağındaki kan kadar sevdik seni.

Şimdi sen gidiyorsun ya, artık milyonlarca eksiğiz.

Alex gidince düzelecek diyorlar. Affedemiyorum Kaptan, senin ardından atıp tutuyorlar. Düzelir belki, iyiye gider takım. Maçlar alır, kupalar kazanırız. “Değer mi peki” diye soracak olursan, cevabı İslam Çupi’nin sözlerine bırakırım. Bilirim, beni en iyi sen anlarsın.

İstanbul’a ayak bastığın ilk gün seni karşılamaya gelenler arasında yoktum. Ama yarın orada olacağım. Sadece iyi yolculuklar dileyeceğim ama ötesini bekleme benden. Kısa bir mola, bir iki satırlık ayrılık yalnızca. Bambaşka sıfatlarla dönüp geldiğinde, yanında yine biz olacağız. Sana söz olsun Kaptan, her gün seni bir öncekinden daha çok seveceğiz.

Kulüpten ayrılalı tam 12 gün oldu. Ben on iki gündür ağlıyorum, kabullenemiyorum çünkü. Gidişleri hazmetmek öyle kolay olmuyor.

Daha fazla yazamıyorum Kaptan. Söyleyeceklerim var, söyleyemiyorum.

Ama bil isterim ki, bu bir veda değil. Veda etmek bize yakışmaz. Sonsuzluk çok uzak ve biliyorum sen ömrünün yettiği bir vakitte dönüp yine sarılacaksın bize. Ama bir söz ver Kaptan. Yarın o uçak kalktığında sakın ağlama, olur mu? Çünkü sen ağlarsan biz hissederiz. Sen ağlarsan vefasız vedamız boynumuzda yük kalır.

Çok sevdik be Kaptan. Önce Fenerbahçe dedik, hemen ardına Alex’i ekledik. Böylesi bize yakışmadı, affet.
Daima başarılı ve mutlu ol. Nerede olursan ol,  sen bir “sari” de, biz duyup sana lacivert diyelim.

Dönüp geldiğinde, santrayla beraber omuz omuza olalım Kaptan.

Fenerbahçe Spor Kulübü’nde aldığın her nefes, attığın her gol, yaptığın her asist, attığın her adım, söylediğin her söz, kazandırdığın her kupa ve kanıtladığın adamlığın için teşekkürler 10 numara. Bu taraftar seni ASLA unutmayacak!

Hoşça kal büyük efsane Alexsandro De Souza…

21 Eylül 2012 Cuma

Ne O'nunla Ne 10'suz



Ne Aykut Kocaman’la oluyor bu takım ne Alex’siz.

Ben sadece bir gece, stattan evime dönerken içim huzurlu ve rahat olsun istedim. Sadece bir hafta boyunca rahat uyuyayım dedim. İsteklerim çok mu Kocaman’dı da olmadı hoca?

Neyi yapamadık, niye yapamadık biz seninle?

Acaba en büyük hatamız bir iki maç sonunda seni omuzlarımıza alıp, “sen bizim Kocaman gururumuzsun” dememiz miydi?

Bilmiyorum ki hoca, cevap bulamıyorum senin hiçbir hamlene.

Sen takımda varken biz şampiyonluğu son maçta kaybediyoruz. Ertesi sene, adını ilk kez duyduğumuz bir takıma Şampiyonlar Ligi’nde yeniliyor ve tepetaklak oluyoruz. Türkiye Kupasından eleniyoruz. Sonra toparlanıyoruz, eyvallah. Hop yine bir dağılma! Trabzon’la aramızda 9 puan fark oluyor. Ardından saklı kapılar ardından dönen konuşmalar tamamlıyor ligi. Son maçta şampiyon oluyoruz bu kez. Oluyoruz olmasına da, sadece 2 ay sürüyor sevincimiz. Şikeci diyorlar adımıza. Sence NİYE? Kriz yaşadığımızı söylüyorlar. Bana sorsalar tanımlama için krizi seçmezdim, çünkü hafif kalıyor benim geçirdiğim günleri anlatmaya. Onu da iyi yönetiyorsun. Yine hiç gülmüyorsun ama ya da ümit verici tek laf etmiyorsun. Silinip gittiğinde her şey fark ediyoruz ki, biz yine şampiyonluğu tek maçta kaybetmişiz. Son maç demiyorum bu kez, tek golle kaybediyoruz.

Sen geldiğinden beri Galatasaray’la oynayacağımız her maçtan korkuyoruz. Onlar çok iyi diye değil, sende bir sıkıntı var diye korkuyoruz hoca. Saygımızdan tek laf etmiyoruz ama. Türkiye kupasını alıyoruz, sesler gitmiş, kalpler buruk, boğazlar düğüm. Ben o maç öncesi hastanede sabahlıyorum mesela, biber gazı yemişiz ya. Sen yine Özer diyorsun bana, ben susuyorum sana.

Bir yeni lig daha seninle. Lig öncesi Galatasaray ile kupa maçı. Kaybediyoruz. Şaşırdık mı? Ne haddimize! Şampiyonlar Ligi’ni ellerinle veriyorsun, konuşamıyoruz yine. Kocaman bir sevgi var ya içimizde, haksızlık yapmak bize yakışmaz.

Ama sen, bizim sana yapmaya cesaret edemediğimiz haksızlığı bize yapıyorsun. Benim efsanemi sahadan silmeye çalışıyorsun. Sen yok etme mücadelesi verdikçe, biz heykelini dikiyoruz 10’un.

Takımın Avrupa Ligi’nde savaşıyor, sen 2-0 öne geçtiğin maçta önce Alex’in golüne sevinmiyorsun, ardından hiç sebep yokken maçtan çıkartıyorsun. Yetmedi mi? 2-2 kalıp grubundaki sıranı zora sokuyorsun.

Sence oturup bunları tek tek düşünmenin vakti gelmedi mi? Neyle açıklayacaksın bunu, bir izahı var mıdır ki?

Söylesene be hoca, ben saygımdan sana ağzımı bile açamazken senin bu yaptığın Kocaman haksızlık beni enayi mi yapıyor?

Öyle ya. Enayiyim ben. Sadece tek bir gece içim rahat uyumak için tribünde 90 dakika hiç susmadan dua eden bir enayi. Şimdi yakıştı mı bu senin KOCAMAN adamlığına?

Burası senin alışık olduğun İstanbulspor ya da Ankaraspor değil hoca, KENDİNE GEL!

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Bir Emre Vardı




Keşke futbolu bu kadar çok sevmeseydim” dediğiniz oldu mu hiç?
Benim oldu.
Hem de defalarca.
Özellikle son birkaç senedir, Galatasaray-Fenerbahçe derbi sonlarında. Aykut Kocaman'ın geri çekilme taktiklerinden ya da sahadaki futbolcunun oyunu okuyamamasının ardından.

Elbette dün gece gazozuna oynanan bir maçın skoru beni uykusuz bırakmazdı.
Aykut Kocaman artık bir şeylerin farkında olsaydı en azından, derbileri izlemek daha kolay olurdu.


Öyle çok sinirliyim ki... Şuan ne yazsam sinirim geçmeyecek, biliyorum.
Maç öncesi başladı yine kişiler – kulüp tartışması. Hala takımı, oyunu ya da futbolcuyu, hocayı eleştirenlere düşman gözüyle bakılıyor. Ben eleştiriyorsam, bir şeylerin ters gittiğinin farkındayım ve düzelmesi için yapılabilecek şeyleri söylüyorum. Bana kalırsa asıl düşman, “olsun Kocaman yürekli adam, bir dahaki maçta alırız” diyenler ve bunların türevleri. Yanlışı görüp söylemenin nesi kötü yahu? Bu kadar mı tapıyorsunuz “kişilere”?

Dün akşam, Alex'in koştuğu bir maçtı. Ve Aykut Kocaman, buna rağmen tehlikeyi sezemedi. Yahu çekinecek neyin var, neden çift forvet oynatmıyorsun? Neden maçın son on dakikası, seni bir yıldır forvet olarak sırtlayan adamı değil de, 3 gün önce transfer ettiğin adamı maça alıyorsun? Baktın kötü gidiyor, bekleme yap hamleni. Mucize yaratmayacak sahadaki adamlar! Ben hala, Mehmet Topal'ın neden geldiğini anlamıyorum mesela. Ya da oynamadığı halde neden Baroni'nin maçta olduğunu.. Al Recep'i sahaya, yenil. Biz de diyelim ki, Aykut Kocaman geleceği düşünüyor, Aykut Kocaman yatırım yapıyor, hoca işini biliyor. Ama yok, illa taraftar isyan edecek, illa aramızda bir bölünme yaşayacağız, o zaman bir şeyler değişecek!
Sen, gazozuna oynadığın bir maçta daha Galatasaray'ı yenemiyorsun da, deplasmanda Moskova'yı nasıl yeneceksin hoca?

Ertuğrul gibi bir adamı gönderiyorsun, Mert gibi bir çocuğu yedeğe alıyorsun. Bunun bir izahı var mıdır? Ya Volkan bir ay sahalardan uzak kalsa şimdi? Ya Kuyt olmayacak bu takımlar dese, koşmasa mesela? Kadronun alası var elinde, ama sen hala geri çekilmekle meşgulsün.
Bir Emre vardı mesela hocam, sen onunla kavga edip, kendi rahatın için takımdan göndermeden önce. Emre'yi gönderiyorsun, Emre'nin yerine orta sahayı rakip takıma emanet ediyorsun. Gerçekten artık bunun bir açıklaması olamaz. Tek maçta adam harcamıyoruz beyler, Aykut Kocaman'dan beri Galatasaray maçlarında böyleyiz biz.
Pardon, düzelteyim. Aykut Kocaman ve Cüneyt Çakır'dan beri böyleyiz.

Cüneyt Çakır'a hakem diyenlere, ona Avrupa'da maç verenlere de diyecek çok sözüm var da, buraya yakışmaz. Türklerden hakem falan olmaz. Bu zamana kadar taraf tutmadan maç yöneten adam görmedim. Adam da dedim ama...

Galatasaray'dan bahsetmeyeceğim. Beni zerre kadar ilgilendirmiyor, gol atamadığı için futbolcusuna “Allah belanı versin” diyen bir çalıştırıcının takımı. Sadece şunu merak ediyorum, Fatih Terim'in cezası sonsuza dek mi ertelendi? Yoksa Allah'a emanet mi?

Dün akşam sahada her şey kötüydü. Senin için Türkiye'nin her bir yerinden kalkıp Erzurum'a giden taraftara üzüldüm en çok, onlar bunu hak etmedi.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, seni sevmekten asla vazçgemeyeceğiz Fenerbahçe. Ama canın sağ olsun da demeyeceğim. Bende sağ olacak can bırakmıyorsun çünkü, ben sana inandıkça sen dibe vuruyorsun.

Elbette tek maçla yıkılmadık. Ama bu maç, bu orta saha ligin habercisiydi. Sadece onlar değil, Kuyt da ligin gidişatından haber veriyordu mesela. Güzel adam, dün gece resmen Fenerbahçeli oldu. İyi geldin bize, hoş geldin.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Gerçekten Egemen Mi?



Eğer bir sonraki gün maç olduğunu bilip gece heyecandan uyuyamıyor ve maç sonu içinizde binbir sıkıntı ile aynı yatağa uykusuz dönüyorsanız, geçmiş olsun.


Siz de Fenerbahçelisiniz.

Kadıköy'de nasıl bıraktıysak Fenerbahçe'yi, dün yine öyle bulduk. Farklılıklar da vardı elbet. Mesela orta saha yoktu dün. Günlerce bas bas bağırıp “Emre'yi göndermeyin” derken bunu bilerek konuşuyorduk işte. Daha ilk resmi maç diye defansa çekilebilirsiniz ama kısa sürede pes edersiniz. Çünkü Mehmet Topal'ı biliyor, tanıyoruz. Ve hepimizin bildiği bir başka şey ise, Emre'nin topal halinin bile Mehmet'ten iyi olacağı...

Sahada güzel şeyler de vardı. Binbir umur Alex vardır mesela. Sanki onuncu sezonunda Fenerbahçe forması giyiyor olan Kuyt vardı sonra. Bekir bir de... Hasan Ali içinse ayrıca bir parantez açmak istiyorum. Adam o kadar rahat, o kadar iyi oynuyor ki! Onun oyunu karşısında bana sadece bozulmamasını dilemek kalıyor.

Ancak dün sahada öyle çok yanlış vardı ki, güzelliklerin üstü de çabucak örtüldü. Yazının başlığına bakıp, Egemen'den bahsedeceğimi düşündünüz değil mi? Ama hayır, bahsetmeyeceğim. Maç esnasına Egemen kendinden öyle çok bahsetti ki, bana gerek bile kalmadı.

Bizim en büyük sorunumuz ne, biliyor musunuz? Hataları söylemekten kaçınmak. Evet, belki bizler söyleyince ya da yazıp çizince bir şeyler değişmeyecek ama hatanın üstünü tekrar tekrar örtmek, hata yapmaktan daha acımasız.

Bazı kritik maçlar vardır Aykut hoca, ben o maçlarda düzen ve saha futbolu istemem. İyi futbol umurumda bile değildir. Öyle önemlidir ki mesela o maç, ben sadece iyi skor isterim senden. Hoş, bunu ne zaman istesem ikisine de sahip olamıyorum.
En çok da bu geçen iki ay içinde takımın kampta ne yaptığını merak ediyorum hocam. Ateş başı kafası mı?

Son olarak Vaslui takımına değinecek olursam, geçmişi dar bir kulüp olduğundan sanırım, takımın futbolcuları da profesyonellikten oldukça uzaktı. Maçın %40'ını yerde yatarak geçirdiler. Hakem mi? Elbette kart çıkartmadı. Söz konusu Fenerbahçe olunca, rakip hiçbir zaman tek olmuyor ne yazık ki.

Bazen yanlış seçimler ve bu seçimlerin doğurduğu hatalar, bazı horozları kendi çöplüğünde ötmeye mecbur bırakır. Ne diyelim; kendi çöplüğümüzün dar geleceğini anlayıp, ona göre oynayacağınız bir rövanş maçı olsun..



14 Temmuz 2012 Cumartesi

Televizyondaki Bıyıksızlar!

Bıyıksızlar, ben ve Ertem Şener yarın sabah Ayça Tekindor'un sunduğu Fut-Bol Eğlence programına konuk olarak katılacağız!
Program sabah saat 10.30'da, TRTSpor(3)'da!
İzleyin, yorumlarınızı bekliyorum! :)

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Temmuz Sayısı


Fenerbahçe Dergimizin Temmuz sayısı bayilerdeki yerini aldı. Sizin için yine dopdolu bir sayı hazırladık!
:)


1 Temmuz 2012 Pazar

Ben İtaatsiz Fenerli


Şimdi hepinizin karşısına geçsem, o koskoca bir yıl nasıl geçti diye sorsam. “Neden inandınız?” desem mesela, “neye güvendiniz” ya da “nasıl dayandınız” da bir başka soru belki de. Bunların hepsinin mantıklı birer cevabı var elbette.  Ama o bir yılın nasıl geçtiği sorusuna sanıyorum ki hiçbirimiz aynı cevabı vermeyiz. Siz belki tek kelime ile ‘zor’ diyeceksiniz. Uzatmadan, geçen bir yılı tekrar hatırlamak istemeden, kalbinizi daha çok yormadan belki de. Başka türlü cevaplar da gelecek muhtemelen.

Sahi, o bir yıl gerçekten de geçti mi? İçimizde 3 Temmuz Pazar sabahı yok mu hala?

Var elbette. Attığımız her adımda o sabah var. Atılan gollerde, kazanılan voleybol kupasında, taraftar kartlarımızda, kaçırılan şampiyonlukta, sayılmayan gollerde, gidemediğimiz maçlarda, kazandığımız Türkiye kupasında, aldığımız yeni sezon kombinesinde, yepyeni futbolcularda, şampiyonlar liginde… Her şeyde 3 Temmuz Pazar sabahının bir çeşidi var. Kimisinde o sabahın hırsı, bazısında acının öfkeye dönüşmesi var.

Daha ne çok şey yaşadık biz bu bir yılda. Kim olduğumuzu, niye savaştığımızı unuttukları bile oldu, biz hiç bıkmadan yine hatırlattık hepsine.

Ben Arzu Bıçakçı. Fenerbahçe Dergisi spor yazarı olmaktan başka bir sıfatım, manevi gücüm yok. Bunun ötesinde ben kim miyim?

Atatürk’ün kızıyım ben, Reto’nun Süper Final’de Galatasaray’a attığı golüm, Çağlayan’ım ben, gecenin bir yarısı yakılan meşaleyim. Trabzon’da sahaya atılan çakı değilim mesela,  durmadan kupa isteyen bir başkan da değilim. Aziz Yıldırım mı diyeceksiniz şimdi bana? Ben O da değilim. Olamam ki zaten, böylesine dik duramam ki ben. Tuana Ekşioğlu diyemezsiniz mesela bana, çünkü o kadar güçlü de değilim. Şırnak’taki bir çatışmada vurulan gaziyim ben, evime topallayarak dönen. Tunceli’deki şehidim. Kardeşinin tabutuna Fenerbahçe bayrağını saran ablayım. Üniformasına güvenen bir polis değilim. Zabıta olamam, jandarma asla. Aksine, maç dönüşlerinde biber gazı yiyen taraftarım ben. 3 Temmuz doğumlu bir kadının dediği “serseriyim” ben. Başbakanın dağda değil, şehirde aradığı teröristim. GFB’nin derin sevgisiyim. Giden Tota değilim belki ama Emre’yim ben, Guiza’nın gözyaşlarıyım. Bağdat Caddesiyim yahu ben, hiç görmediniz mi beni asılan bayraklarda?
Lefter’im ben, Lefter! Bilmem ben şike falan, anlamam etmem. Gördüğüme inanırım sadece, ıslanan formaları gördüğüm sahalara inanırım. Mahkeme salonlarından hastane bahçelerine koşanım. Evim sadece Saracoğlu bile değil benim, düşünsene, adım her yerde!

Zor günleri atlattım atlatmasına da, nasıl geçtiğini bir ben bilirim. Boğazım her düğümlendiğinde, uykusuz geceler geçirdiğimi, kaçan gollerin acısını avuçlarımdan çıkardığımı bir ben bilirim.

3 Temmuz 2011’de başlayan, 2 Temmuz 2012’de resmiyette bitecek belki  de. Ama kalplerimizdeki bu yangın yanmaya hep devam edecek. Kaçan şampiyonluk sonlarında hep bunu hatırlatacağız kendimize. Düşmeyeceğiz artık, birbirimize tutunup yeniden devam etmeyi iyi bileceğiz.

Şimdi ne derseniz deyin, ne yaparsanız yapın. Vakit 4 Temmuz’a gelmedikçe, içimdeki acı asla dinmeyecek. Bu acı dinmedikçe de, teslim olmadan savaşmaya devam edeceğim.

Ben itaatsiz Fenerli, size asla yenilmeyeceğim!

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Bir Sevda Ki, Kocaman



Ne kadar çok severse, o kadar çok canı acıyormuş insanın. Ve ne kadar inanırsan, o kadar çok kanarmışsın işte.
Bir gözümün kapandığı anı hatırlıyorum, bir de bunları yazmak için açtığım anı.
Bu öyle garip bir histi ki. İlk kez gerçek anlamda öldüğümü hissettim.

Stat çıkışındaki kalabalık, yalpalayarak yürümeye çalışmam, Reto'nun gözyaşları, Volkan'ın orta sahada atak başlatması, etrafımda ağlayan binlerce Fenerbahçeli, insanları iterek arabaya ulaşma çabam, Alex'in kulübedeki korkusu ve bir ses. Tek bir ses, aşina olduğum bir koku ve tüm tanımlarından, duruşundan, tarihinden sıyrılan şampiyonluk maçı...

Yere düşüyorum. Türk polisi dediğiniz üniformalı kurşun sıkıyor havaya. Bana isabet eden biber gazı...
Sonra hastanede açıyorum gözlerimi. Uyandığımda hala ağlıyorum.

İlk kez şampiyonluğu kaybetmiyoruz, ama ben ilk kez ülkeme olan sevgimi kaybediyorum. 


3 Temmuz'dan acı mı derseniz, elbette değil.
Önceden kurgulanmış şampiyonluklar acıttı mı diye sorarsanız, asla.
Ben hala, her gün 3 Temmuz 2011 Pazarının sabahına uyanırken, canımı feda etsem çok mu Fener yolunda?

Bunları yazdıktan az bir vakit sonra hastaneden çıkıyorum. Saat sabah üçe geliyor. Üzerimde hala Çubuklu formam var. Biraz tozlanmış, ama bir şey olmaz. Buradan çıkıp gittiğimde başım dimdik oluyor yine. Senin de öyle olsun Fenerbahçeli! Biz ne şampiyonluklar gördü varsın bu da gitsin. Onurumuza, rengimize ve sevdamıza zarar gelmesin yeter.

Zaten o malum günden bu yana, hangi sevincimizi dolu dolu yaşayabildik ki?
Deplasmandan defalarca galibiyetlerle dönen takımımızı karşılarken, kimin aklında başkanımız yoktu ki?

Çok zor günlerden geçtik. Adım adım zafere koştuk, pes etmeden, yılmadan, daima savaşmaya devam ettik.
Düştüğümüz de oldu üstelik. Saha içinde 30 milyonun dizine dikiş atıldığı, 20 milyonun ayağına kramp girerken, geri kalan 10 milyonun onları tedavi ettiği de oldu.


Gözlerimizi sislerle kapattıklarında dahi, karanlığın ardındaki ışığı, doğan güneşi görebildik.

Sazlı sözlü karşılamalar, halaylar türküler, kupalar şampiyonluklar değildi beklediğimiz. Bize şimdi şuanda Başkanımızı verseler, hepsinden daha değerli aslında...

Ne diyorsuk?

"Bazen hüzün vardır, bazen mutluluk. Fener sevgisinin adı konamaz! Ne kupa büyüklüğü ne şampiyonluk..."

30 Nisan 2012 Pazartesi

Şampiyon Olma Fener!


Ölümüm kendi topraklarımda olsun istiyorum. Bu, bir insanın isteyebileceği en doğal şey değil mi zaten? 

Bu isteğimin gerçekleşeceğine olan inancım, her şeyden güçlü. Çünkü ben, bir Fenerbahçe taraftarıyım. Benim evim Şükrü Saracoğlu Stadı, Can Bartu Tesisleri, Fenerium Mağazaları; benim toprağım Saracoğlu’nun toprağı. Benim nefesim Volkan Demirel’in acısı, Alex’in eksikliği, Mehmet Topuz’un direnci, Emenike’nin forma giymeden gidişi. 

Varlığı da yokluğu da Fenerbahçe’de öğrendim ben. Sevmeyi, ağlamayı, gülmeyi, inanmayı ve en önemlisi de savaşmayı öğrendim. Öğrettiler. 

Geriden geldiğimiz maçlarda öne geçmeyi öğrendim önce, ağlamadan sevinilmeyeceğini anladım hemen ardından. 
Pazar sabahlarında neşeli Pazar kahvaltıları değil, yürek burkan hapis odalarını gördüm.

Gülmedim ben çoğunlukla, hatta ondan gelen acıyı ölesiye sevdim.

Caddelerde yürüdüm, yollar yaptım, yıllar geçirdim. Adım adım zafere koştuğum da oldu, son maçta kaybedip acımı içime gömdüğüm de…

Bilmediğin şehirlere gitmek gibi, tanımadığım adamlarla, omuz omuza caddelerde, omuz omuza tribünlerde sabahladım. 

Zihnimden bir daha asla silinmeyecek, ömrümün en uzun Temmuz’unu yaşadım. Yetmedi, Çağlayan oldum. Adliye oldum, Metris’ten taştım, bir kucak dolusu aşkla ellerimden kelepçelendim.

An geldi, 20 yaşında bir çocuğun ellerinde, eldivenlerinde parladı şampiyonluk. Maç oldu, sahada ayağına dikiş atılan kalecim kaçması imkânsız golleri kurtardı. 

Bazen saniyelerin geçmesi için dua ettim, bazen de tüm yasakları ve yasaları ihlal edip sevdiğime koştum.

Ben tüm bunları yaparken, bir taraftar olarak canımı Saracoğlu’nda teslim etmenin hayalini kurarken, sizler bambaşka planlar yaptınız. Baktınız Fenerbahçe şampiyonluğa gidiyor, engellemenin her türlü yolunu aradınız. Aradığınızı buldunuz ama yine durduramadınız Fener’i.

Madem tüm Türkiye bizden çekiniyor böylesine ve tek emelleri bizi bitirmek, öyleyse bırak Fenerim. 

Atatürk’ün kurduğu bu ülke ampullerle aydınlanmaya devam etsin.

Yaptığın mücadele, ettiğin yemin, akıttığın gözyaşı, sırtındaki ter, kalbindeki sızı kabulümdür.

Şampiyon olma Fener, bana bu kadarı da yeter!

Hatta düzelteyim,

Şampiyon olma Fener, onlara bu korku da yeter!


17 Nisan 2012 Salı

Formanız Kimden Geliyor?


Forma onurdur. Bir azmin en somut örneğidir.

Forma terler, forma ağlar, forma yüce olup göklere çıkar.

Hakk’tan gelir forma, sonu Hakk’tır yine, geldiği gibi.

Rengi ne olursa olsun, şereftir forma, namustur. Her takımın forması kutsaldır.


Sen dünyanın en iyi futbolcusu olabilirsin.

Dünya devlerini dizgine getirebilirsin.

Sen ki, formanın en büyük adamı bile olabilirsin.

Goller atarsın, asistler yaparsın.

Attıkça sevinir, attırdıkça kral olursun.

Ama bir Metin Oktay olamazsın mesela, bir Lefter, bir Baba Hakkı olamazsın. Belki kariyer olarak ondan çok daha iyi olursun, ama onun taşıdığı formayı, onun gibi taşıyamadığın sürece, hiçbir şey olamazsın.

Sana, attığın golden sonra “sevinme” diyen olmadı.

Sevin, bağır, eğlen.

Ama Metin Oktay’ın formasına yakışır şekilde sevin.

O yüce adamların adım attığı sahada, onların giydikleri formayla sen hiç gocunmadan köpeğe yatabiliyorsan ve taraftar bunu görmezden gelip sadece sen gol attın diye sevinebiliyorsa, burada bir terslik var.

Kemikleri sızlıyordur Metin Oktay’ın. Ondan sonra gelenlerin, formayı böyle kullanacağını bilseydi, eminim hiç gitmezdi.

Canın daha da acıyacak Taçsız Kral. Sana yakışmayan şeyler oluyor sahada. Senin forman “köpek” oluyor golden sonra, senin arman “hiç” oluyor tribündeki bestelerden sonra. Yazıktır ki, takımın hala 11 kişi oynamayı öğrenemedi. Hakemleri yanına çekip, 12 olmayı sevdi onlar.

Ey taraftar!

Senin forman nereden geliyor?

16 Nisan 2012 Pazartesi

Fenerbahçe Sensin!




Kiminin 1907’de başladı aşkı, Siyah Çoraplılar ile yeniden doğdu bir kısmı, aslında çoğu da milenyum başlangıçlıydı.

Fenerbahçe Spor Kulübü kurulduğunda, gökyüzü halka verilmişti. Uçurtma onların elindeydi. Ya onu iplerinden yaratıp bir dünya kulübüne çevirecek ya da gökyüzünü karalara bırakacaktı.
Savaşmayı seçti halk. Bir kulüp doğurmayı ve doğurduğu bu kulübe sahip çıkmayı seçti. Tüm bu sebeplerden Fenerbahçe halkın takımıdır.

Aslında şimdi durum çok da farklı sayılmaz. Belki devlet değil, ama halk hala Fenerbahçe. Zaten ne zaman bir güce ihtiyacın olsa devleti değil, halkı ararsın yanında.
Halk verir oyunu, halk dolar ipi boynuna, isyanı halk eder, savaşta barışta halk hep vardır.

Şimdi sen halksın, Fenerbahçe’sin yani.

Zeminden ısıtmalı dev binalar, bozulmayan çim sahalar, tribündeki koltuklar, formaların satıldığı mağazalar değil, Fenerbahçe sensin! Taraftar sensin. İnanan, her zorluğa dayanan, güvenen, bildiğinin ardında durup bilmediğini araştıran, savunan sensin.

Giden futbolcunun ardından bakan da, yenilerini aynı yerde karşılayan da sensin.

Kalesin sen. Yıkılmayan son kale üstelik… Potasın, filesin, ringsin, yelkensin. Fenerbahçe sensin!


Dışarıda Semih’sin sen, bir taraftarsın. Formayı üzerine giyip, armayı tam kalbine koyduğunda Semih Şentürk’sün.

“1 Volkan Demirel”sin o forma altında. Saha kenarında bir taraftar, kulübede saç baş yolan bir kaptansın.

Formayı giydiğinde bir futbolcu, bir voleybolcu, bir basketçisin. Damarların kalbine kan pompaladığında bir taraftarsın sen de bizim gibi. Fenerbahçe sensin!

Kuruluşunda sen yoktun belki, ilk adımlarını görmedin. Ama geleceğe dair yeminler eden yine sendin. Aldığı her nefesi kulübüyle paylaşan, sırf sahaya çıkan o 11 dev yürek biraz daha motive olsun diye canını ortaya koyan, 11 çubuklunun yanındaki Kocaman adamsın. Fenerbahçe sensin!

Yağmurda çamurda, sıcağın en yoğununda, takımını yalnız bırakmayansın sen.

Siyahların ötesinde yatan devlet büyükleri için bile yerinden kıpırdamayanlara, başkanını destekleyerek örnek olansın. Bayrağı gururla sallayıp, atkıyı omzundan düşürmeyensin. Fenerbahçe sensin!

Gücünü göster 12 Numara! 
Düşmanlarının farkına var! Bir değil bin tane olsalar, topla tüfekle gelseler, yeri yerinden oynatsalar da yıkamayacaklar.
Gücünün farkında ol 12 Numara!

Aylardır içeride olansın sen, demir parmaklıklar ardında yatan, Aziz adamsın. Değil sahaya adım atmadan gönderilen futbolcular, başkanının yanında olmaması bile yıkmadı seni. Yıkamaz hiçbir güç. Çünkü sen Fenerbahçe’sin!

Yıkılmayan son kale, aşılamayan tek engel sensin. Soğuk binalar, gizli hesaplaşmalar, yazılı iddianameler değil. Fenerbahçe sensin!

3 Nisan 2012 Salı

Fenerbahçe Dergisi


Nisan sayısı, benim Fenerbahçe Spor Kulübüne ilk resmi adımım olduğu için ayrı bir önem taşıyor. Alın, okuyun! :)

2 Nisan 2012 Pazartesi

Baş, Gövde, Bacak




Bir Trabzonspor maçı, Fenerbahçe için en fazla ne kadar zor olabilir?

Bundan bilmem kaç ay öncesinde çıkan, yer yer haklılığını kanıtlayan bir karar doğrultusunda, eğer sen gittiğin deplasmanlara, adı “derbi” olmasa bile taraftarını götüremiyorsan, zor olur elbet.

Zor olur, çünkü tribünde taraftar adını taşıyan kimseyi göremezsin. Söz konusu rakip takım olsa dahi.

Eğer bir yerlerde hata varsa, bu hatanın başını tribün kültürü oluşmamış insanların tribünlere alınması çekiyordur. Futbolu sevmek futbolu bilmek değildir. Ve sen, kendi takımının zarar görmesini göze alarak birtakım eylemlerde bulunuyorsan, bir katilsindir. Futbol katili, futbol teröristi ya da.

Diyelim şimdi can almadı sahaya atılan bıçaklar.

Peki ya sonra?

Bunun bir garantisi var mı?

Benim futbolcumun, sahada oyununu oynarken bir kendini bilmez yüzünden ölmeyeceğinin bir garantisi var mı?
 
Neye göre güveneceğim, nasıl gözüm arkada kalmadan takımımı sizlere emanet edeceğim?

Böyledir işte sizin futbol bilginiz, yemininiz, kültürünüz.

Böyle oyunlar, böyle skorlar hak ettiğiniz.

Türkiye’de ne futbol oynanır ne tribüne destek verilir.

Kadınların tribüne girmesiyle değil, can alma hırsıyla tribüne girenlerin oradan çıkarılmasıyla biter ancak bu şiddet.

Biz size gol atamazsınız demedik, profesyonel olamazsınız dedik. Olsa olsa beyaz atletten, çakıdan ve pet şişesinden futbol olursunuz.


27 Mart 2012 Salı

Benim Adım Fenerbahçe



Çok derinlerde, kanamaya devam eden bir yaram var benim. Kırmızı değil bu kez; rengim kadar sarı ve rengim kadar lacivert.

Kan kaybediyorum. Ben düğümlenen boğazıma engel olamadıkça, titreyen ellerim bana hâkim oluyor. Yara alıyorum her gün. Ben yara aldıkça onlar direniyor, onlar direndikçe ben güçleniyorum.

Kaybederken güçlenmek nasıldır, bilir misiniz?
Ben biliyorum.

Sahada futbolumu oynarken, tribünde ellerini açmış dua eden taraftardan biliyorum. Alınan her maçın ardından Allah’ına şükürlerini gönderen Aykut Kocaman’dan biliyorum.

Yürüyemiyorum.

Ben yürüdükçe ayaklarımın bağı çözülüyor, adım atamıyorum. Dolanıyor ipler birbirine. Nefesim ta kalbimden geliyor.Bir ses duyuyorum tribünden, bir dua, bir marş, bir haykırış…
Farklı isimlere farklı sıfatlar ekliyor çoğu. Şükrü Saracoğlu’nun çimen kokusu doluyor burnuma, Alex’in gözlerindeki inancı görüyorum.

Bir adam sadece top takip ediyor, kulübedekiler her pozisyonu ayakta izliyor, 46 bin kadın hiç susmadan tezahürat yapıyor, dünyanın en büyük kupasını bu zor zamanda kazanıyor ve sadece as başkanı dimdik ayakta duruyor diye ağlar mı bir insan? Ben ağladım.

Alex’in topuk pasında ağladım önce, kurtardığı toplara sıkıca sarılan Volkan’ın gözlerinde ateşe takıldı kalbim ardından ve yeniden inandığım her an kesildi nefesim.

Söyleyeceklerim var, söyleyemiyorum. Yazıyorum sadece, yazabiliyorum.

Kötü oynuyorsun diyorlar bana, geçen seneki mücadelemin olmadığını söylüyorlar. Haksız da sayılmazlar aslında. Diyorum ya, o formayı giydiğim her an, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor. Formadaki çubuklara tutunup, ışıkları kapatıyorum. Fenerbahçe için canını verecek bir başkanın yerine koyuyorum kendimi. Darmadağın oluyor her şey. Kan, gözlerimden geliyor bu kez.

Herkes benim için bir şeyler söylüyor. Şikeci diyor bir kısmı, satılık olma durumlarını yok sayarak, oynamadığımı söylüyor birçoğu da. Başım yastıkla buluştuğunda daha da acıtan, kalbimdeki derin acıyı bilmeden, yokluğu hissetmeden konuşuyor herkes.

Bana yetişemeyecekleri için, kirletmeye çalışıyorlar. Yeni planlar yapıp, uygulamaya koyuyorlar.
Peki, şimdi temizlendiler mi?

Oyun dışı bırakamadıkları için, daha çok hırslandılar belki de.

Ama siz bilmiyor muydunuz?
Benim adım Fenerbahçe. Ben, asla pes etmem!

Yine Omuz Omuza



Bir başkadır derbi sabahlarına uyanmak. Şehrin bambaşka bir yanını daha tanıyıp, bambaşka havasını solumak ve sarıyla laciverde yeniden âşık olmak gibidir.

05.25
Sabaha karşı, bir rüyadan uyanıyorum; Aykut’un attığı gollere çığlık çığlığa sevinirken, aniden uyanıyorum hem de. Beni uyandıran neydi? Düşünmüyorum bile. Giyiyorum Çubuklu formamı üzerime, kapıyı ardına dek açıp gidiyorum. Fenerbahçe’me, Fenerbahçeliliğin asla ölmeyeceği Kadıköy’e gidiyorum.

14.00
Boğa’nın çevresine toplanmış binlerce Fenerbahçeli var. Havada derbi, havada bahar, kalplerde heyecan… Boynumdaki sarı lacivert atkıya sarılıyorum sıkıca, tüm gücümü ondan alıyorum adeta. Boğa’dan stada giden yolu, bana göre asırlar süren bir vakit yürüyorum. İçimden galibiyet duaları ediyorum, aklımı kalbime taşıyor: “Kadıköy’den çıkış yok” diyorum. Kadıköy’den çıkış olmuyor yine.

19.07
Adım adım stada giriş yapıyoruz. Elimde Fenerium Alt biletim var, yanımdaki babama bakıyorum. O benden daha çok inanıyor yine.
Maça ilk kez annemin kucağında gelmişim. Onu değil ama ilk derbi maçımı iyi hatırlıyorum. Stada girdiğimizde babam beni kucağına alıp, parmağıyla uzak bir yeri gösteriyor. Aziz Yıldırım duruyor parmağının gösterdiği yerde. Kulağıma yaklaşıp, “Aziz Baba” diyor. O günden sonra da, benim bir diğer yarım da o oluyor işte, Aziz Baba diyorum. Dakikalar sonra gol oluyor, annem ağlıyor.

20.00
Kanınızın içinize aktığı oldu mu hiç? Avuçlarınızdan başlayıp evvela, damarlarınızdan geri aktığı… Hücrelerinizde dolaşıp gözlerinizden yaş, kalplerinizden inanç ve dudaklarınızdan tezahürat olarak çıktığı ya da…
Sahi, kanınızın son damlasını Saracoğlu’nda bırakmak istediğiniz oldu mu hiç? Benim oldu. Hem de her defasında. Stada adım attığım her maç, sanki ilk kez giriyormuşçasına heyecanlanmam bundandır. Bir daha asla çıkmak istemeyişim sonra. Burada, kutsal topraklarda, dilimde Fenerbahçeliliğime şükürlerle ömrümü geçirmek istediğim.
Fenerbahçe’me geldim yine. Ellerimde çiçeklerin olduğu yok elbet. Bayraklar var ama dört bir yanımda, omuz omuza dakikalarca mücadele verdiğimiz, sevdamızın bir olduğu Fenerbahçe âşıkları var…

20.10
Derbinin onuncu dakikasında gol oluyor. Babam parmağıyla uzakları gösteriyor yine. Aziz Başkan’ın dev posterine bakıyoruz gol sevincini yaşarken. “Büyük Başkan’ın eseri bunlar” diyor babam; bense içimden varlığına şükürler ediyorum.
Fenerium Alt B bloktan, on altıncı dakikada gelen Alex’in golünü görüyorum. Golü görüyorum da, sesim yetmiyor artık bağırmaya. Gözyaşlarım tezahüratlarımla buluşuyor. İçimden taşan anılarım oluyor, hiç durmadan dualar ediyorum…

22.05
Goller atıp, goller kaçıran Galatasaray’dan sonra içim sızlıyor bir vakit. Bir şekilde olmuyor, galibiyet getirmiyor bu maç.
Ağır adımlarla gidiyorum Kadıköy’den. Babam kolumdan tutup durduruyor, dön ve bir kez ardına bak diyor. Arkama bakıyorum. Nasıl gelmiştik biz bu günlere? Hangi şampiyonlukları kutlayıp, alın terimizle hangi kupaları kaldırmıştık?
Biliyorum işte, benim Fenerbahçe’m her şeyden ve herkesten büyük!

00.44
Sonradan fark ediyorum en büyük galibiyetin omuz omuza yıllar tüketmek ve bu yüce birliği Kocaman sevdayla harmanlayıp, Aziz Fenerbahçe’nin bir parçası olmak olduğunu…

02.52
Bir rüyadan uyanır gibiyim yine. Dilimde aynı şeyler. “Şampiyonun dostu olmaz” diyorum ve biliyorum, bizim bizden başka dostumuz yok Fenerbahçe’m. Olması da gerekli değil zaten.

11 Mart 2012 Pazar

Bıyıksızlar Posta Gazetesinde!


Bıyıksızlar bugün Posta gazetesinin Pazar ekindeydi. Gün bitmeden alın, okuyun! :)

9 Mart 2012 Cuma

Q7 Hangi Takımlı?


Eğer daha insaflı olmaya karar vermeseydim, fazlasıyla şiddet içeren satırlar görecektiniz burada.

Futbolun bambaşka bir şey olduğunu oturup yeniden ve uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ününü kazanmış birtakım adamların da neden bekleneni veremediklerini biliyorsunuz.

İşte o adamlardan biri de Quaresma. Normalde olsa, zerre kadar umursamayacağım performansı, dün akşam beni delirtti.

Yahu bir insan nasıl bu kadar isteksiz olabilir?

Tam da bu soruyu, A.Madrid maçını izlerken düşündüm. Sevmediği bir takımda ve sevmediği insanlarla olsa bile, futbolu seviyorsa bir adam, top ayağına değdiği anda unutur tüm dertlerini. Futbol oynamadım o hissin ne olduğunu bilmiyorum.

Ama ben bile maç izlerken tüm dert ve sıkıntılarımdan arınıp, kendimi sadece o doksan dakika yaşıyormuş gibi hissediyorsam, benim izlediğim adamların da benzeri şeylerle dolu olması lazım.

Bir Türk takımına transfer olduğun, o formayı giydiğin ve her renkten yüce taraftarla buluştuğun andan itibaren, bambaşka bir çekim gücüyle, zaten o takımın taraftarı oluyorsun.

Eğer Beşiktaş’ın çok sevgili Quaresma’sı hala Beşiktaşlı olamadıysa, yazık onun o formayı taşıyan haline.
Bir tek o mu kötüydü maçta diyeceksiniz, elbette durum yalnızca Q7’den ibaret değil.

Veli’ye kızayım diyorum ama itiraf edeyim, kızmak pek de içimden gelmiyor. Yaptığı hatalar affedilir gibi değil. Ancak görev bölgesi dahilinde bulunmayan bir alanda, yapabileceğini yaptı aslında.

Yergiyi bir kenara bırakırsak, Madrid’in 21’lik golcüsünden 19’luk kalecisine kadar herkes hak etmişti bu galibiyeti. Fazlasını hatta.

Bir de güzeller güzeli golünü attıktan sonra tereddüt etmeden maça devam eden, hiçbir sevinç gösterisinde bulunmayan Simao’yu ayrıca alkışlamak istiyorum. Yıllarını verdiği takıma gol atmak zorunda olmak, attığı için sevineceği anlamını elbette taşımıyor. Görevini yapıp, içindeki renge olan saygısını bir kez daha gösterdi Simao. Gereken de buydu aslında.

Unutmadan; hayatında ilk kez UEFA’da gol atıyormuşçasına, deliler gibi sevinen A.Madrid teknik adamına nasıl sövdüğümü de itiraf etmeden geçemeyeceğim.

Şimdilik Karakartal, Madrid’de uçuş seferlerini iptal etti!

Bıyıksızlar


Bıyıksızlar olarak Kadınlar Günüyle ilgili Karşıyaka Life Dergisi'ne konuştuk.
Derginin mart sayısında yer alan röportajımız bayilerdeki yerini aldı.

İzmirli ve özellikle Karşıyakalı dostlarımızın alıp okuması bizleri ayrıca mutlu eder! :)

4 Mart 2012 Pazar

Şike Yaptım



Açık itirafımdır buradan herkese, şikeyi ben yaptım.

2010-11 sezonunun ilk yarısında ve her maçta, an be an çöküşü yaşadım. İçim acıdı, içimi yine Fener acıttı. Sonra vakit geldi ikinci yarıya ve her şey, adım adım renk değiştirmeye başladı.

Sebebi bendim bu değişimin, şikeyi ben yapmıştım.

Gaziantep maçıydı.

Muazzam bir oyun golle sonuçlanmadığında ne olur bilirsiniz. İnanamazsınız gol olmadığına, lanet edersiniz belki de şanssızlığınıza. Ama beklenen gol gelmez olur.

Şampiyonluğa giden son maçlar tehlikelidir. Antep maçında, o tehlikeyi tribünde yaşadım ben.

Dakika doksandı, uzatma yeni verilmişti. Migros Üst’ten Stoch takıldı gözüme. Bana göre asırlar süren bir vakit Stoch’a baktım. “Yaparsın be oğlum” dedim. Yapamadı. Sonra dayanamadım, şike yaptım. Farkında olmadan ağlıyordum. Gözlerimi kapattım, “Geleceğimi al ama bu maçı bize ver” dedim. Bir dakika geçti ya da geçmedi; tamı tamına 90+4’te Andre haykırdı. Goldü. Yanımda kim olduğunu hatırlamıyorum. Ağlayıp bağırıyordum sadece. Bir de sarılıyordum adını bile bilmediğim, sevdamızın bir olduğu tribün kardeşlerime.

Sonra vakit geldi Bucaspor maçına. Maç öncesi takımdan bir arkadaşımla konuştum. “Buca kolaydır, alır gelirsiniz” dedim; çok güvendim en başından.

Bu kez her zamanki deplasman geleneğimden vazgeçip dışarıda izledim maçı. Goller oldu ilk yarı, ardı arkası kesilmeden geldi. Bucaspor atıyor, Bucaspor alıyordu. Avuçlarım acıyordu, biraz daha zorlasam kanayacaktı belki de.

Durup düşünecek vakit yoktu. Devre arasında oturduğum mekândan kalkıp eve gittim. Karar vermiştim işte, şike yapacaktım yine. Eve girdiğimde dakika altmıştı, babam inancını kaybetmemişti. Oturdum yine camın yanına, bu kez avuçlarımı değil, atkımı sıkıyordum. Tüm gücümle… Biliyordum işte alacaktık maçı. Ben bunları düşünürken gol olmuştu. Bir tane daha ardından. Yetmiyordu ama.

Ya yeterince bağırmıyordum ya da bağırmaktan artık sesim çıkmıyordu. Biraz nefes almamı söylüyordu babam, o inanıyordu, alacaktık bu maçı. Sahi, nefes nasıl alınıyordu? Ellerimin titremesine sebep olan gol Guiza’dan geldi. Bambaşka bir şikeyle daha, maçın alınmasını sağlamıştım. Uyuyamıyordum heyecandan, ellerim titriyordu hala; avuçlarım yanıyordu. Ne vakit sonra fark ettim, yeniden nefes alabiliyordum.

Öyle zor anlarda, öyle güzel kurtarışlar yapmıştım ki. Evet, artık emindim. Şampiyonluğu ben kazandırmıştım.

Tribünden sahaya ulaşan sesimle, akıttığım gözyaşlarımla, ettiğim dualarla, pankart hazırlamak için uykusuz geçirdiğim gecelerimle, maç dönüşü geçirdiğim hastalıklarla, hiç durmadan sayıkladığım ismi ve daha nicesiyle, şampiyonluk için en büyük şikeyi ben tribünde, ben evde, ben Fenerium’da, ben deplasmanda, ben Samandıra’da yaptım.

Şimdi bırakın Aziz başkanı bir kenara, gerçeğin farkına varın.

Asıl şikeyi 30 milyon taraftar, omuz omuza biz yaptık!


2 Mart 2012 Cuma

Güzel Adamlar

Sol kanattan koptun geldin ne güzel adamsın Stoch.


Hak edenindir dedim ya forma, çok yakışıyorsun o formaya be adam!


Golden sonra taraftara koşan adam candır.


Yerin yurdun hep "biz" olsun Stoch.


Birlik olmaktır Fenerbahçelilik.

Sarı ve Lacivertiyle, en güzel günlere inanmak, en güzel günlere omuz omuza yürümektir.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...