8 Aralık 2010 Çarşamba

Alex İle Sonsuza...


Oynanmış bir maçtan sonra yazılan yorum ya da değerlendirme değil bu. Bir teşekkür, minnet, hayranlık yazısı…


“Futbola başlamak”  diye bir anım olmadı benim. “Futbolu sevdiğini ilk ne zaman anladın?” sorusuna verecek bir cevabım da yoktu, zira doğduğum pembe bir kundak değildi. Bildiğin sarısıyla, lacivertiyle Fenerbahçeli doğdum ben. Tıpkı Fenerbahçeli öleceğim gibi hiç değişmeden gün be gün artarak sevgim, aşkım, katlandı.

Onlarca adam geldi şu Saraçoğlu’na. Bin bir ümitle getirip, lanetle gönderdiklerimiz oldu. Bir de yapışıp kalanlar ve bırakamayanlar tabii. Futbol ilahını, Maradona’yı izleyecek zamanım olmadı ne yazık ki. Zidane’ı izledim ben. Onun futbolunu sevdim önce. Sonra yerine yenileri eklendi, tapındıklarım bile oldu! Saraçoğlu’na dönecek olursak, ismini saymakla bitiremeyeceğim on numaralarım vardı. Sırtında yazmayan on numara, taraftarın sevgisiyle kalbine kazınmış Fenerbahçeli futbolcularım oldu. Hepsini bir kenara ayırdığımda, gelecekte çocuklarımıza anlatacağımız zamanın en büyük dâhisi kalıyor bir tek geriye. Alex De Souza. Geçtiğimiz akşam oynanan Karabük maçıyla birlikte ligde gol atmadığı takım kalmadı, en çok asist yapan, gol atan; en zeki, en dirençli futbolcu falan. Tamam, buraya kadar her şey istatistiksel bilgi… Bir taraftar gözüyle Alex, bundan daha fazlası; inanın bana!

Kaptan Alex, 10 numara Alex, Kralex… İsmine eklenen sıfatlar sadece bunlar. Biz onu, saçlı saçsız, gollü golsüz, keyifli keyifsiz her haliyle sevdik. Yedek kulübesinde otururken izlediği maçlarda aradı gözlerimiz onu… Oturduğu yerden kaçan pozisyonlara lanet eden, taraftar ve futbolcu Alex… O bizim en değerlimiz, en eskimiz… Futbolumuzun beyni Alex, futbolumuzun dehası, örneği, asili. 20 numarayla sevdik biz onu, 10 numarayla çıkardığımız göğe heykelini diktik… Kim ne derse desin, isteyen kabul etmesin, x futbolcu Alex’e bin basar desin ve hatta o x futbolcu bassın Alex’e bin. İnanın Fenerbahçeli taraftarlar olarak söylenenlerle zerre kadar ilgilenmiyoruz. Şimdi bu satırları, onları temsilen yazıyorum… Bu sezon çok iyi diye değil, vakti geldi ve sezon sonunda anlaşması bitiyor diyeyse hiç değil. Sadece istediğim ve Alex’e eş değer bir sarı-lacivertli bulamadığım için yazıyorum bunları. Zamanı geldiğinde diğerleri gibi gideceğini bildiğim halde yazıyorum. Hiç bıkmadan ve usanmadan, Saraçoğlu’nda Alex nidaları atmaya devam edeceğiz! Zira bu aşk hiç bitmez…

Transfer olduğun günü dün gibi hatırlıyorum üstelik. Babam, “Alex geliyor!” dediğinde kocaman bir soru işaretiydin benim için… Geçtiğimiz aylarda babama, “Alex gidiyor…” dediğimde gözümden akan yaştın. Şimdi tüm bunları ve geçen zamanı düşündükçe içimdeki minnet artıyor senin için… Saraçoğlu’nda seni izlediğim, golünü izlediğim, senin için ve senin attığın golden sonra akıttığım yaşları düşünüyorum… Teşekkürler Kaptan, Teşekkürler Alex! Bana bu satırları yazdırabildiğin için, teşekkürler 10 numara!

Ne diyorduk?
Dahi anlamındaki “de” ayrı yazılır: Alex De Souza.
Ve Alex ile sonsuza…

7 Aralık 2010 Salı

Vefat Haberi

Fenerbahçemizin ve Milli Takımımızın kalecisi Volkan Demirel'in anneannesi vefat etmiş...
Geride kalanlara sabır ve baş sağlığı diliyoruz... Mekanı cennet olsun!

Futbol Extra Dergisi

Geçtiğimiz ay bahsetmiştim, Futbol Extra'dan ufaktan başlıyorum yazmalara diye... Derginin Aralık ayı sayısında Lionel Messi'yi kaleme almıştım. Yazarken inanılmaz keyif aldım ben, umarım siz de okurken keyiflenirsiniz. Dergiyi ellerinde görmenin mutluluğu da apayrı tabii.





Dergiye 5m Migros ve D&R aracılığıyla ulaşabilirsiniz.
Keyifli okumalar! :))

5 Aralık 2010 Pazar

Bıyıksızlar!

Bıyıksızlar Zaman Gazetesi'nin Pazar ekinde! Leziz bir söyleşi oldu bizim için.. Siz de okumak isterseniz: http://www.zaman.com.tr/ezaman.do adresine tıklayın ya da gazeteyi alın derim ben! : )

4 Aralık 2010 Cumartesi

Keşke Olsa!

Bana göre "keşke birarada olsalar da, futbolun ne olduğunu daha iyi anlasak" dedirten bir kadro. Buyrunuz, bu da benim ilk 11'im:

2 Aralık 2010 Perşembe

Son Ses Taraftar Çığlığı!

Türkiye olarak futbolun neresindeyiz diye sormuştum bir önceki yazımda. Futbolumuz iyinin altında, inancımız zayıf, zaten doğru düzgün çalışıldığı yok, takım maçı kaybettiğinde ilk laf yönetime, teknik adama derken aslında futbolumuzun böyle çalkantılı olmasında taraftarın da etkisinin büyük olduğunu düşündüm. Ve bana göre ‘ideal bir taraftar nasıl olmalıdır’ı, birkaç maddede sıraladım. Buyurunuz, takımını seven ve ona inanan taraftar…


- “Yense de yenilse de” sadece lafta kalmamalı, gerçekte varlığı hissedilmelidir.

- Yalnızca derbi maçlarında tuttuğu takımın ne olduğunu hatırlayıp, yenildiyse hiç olmadığı ve bilmediği halde fanatik kesilen taraftar kesimiyle şampiyon olamadığında “X takımından da bir cacık olmaz!” deyip bölge değiştiren taraftar tipi birdir ve hiçbir niteliği yoktur.

- Kaybettiği maçlarda hakeme laf söylemek taraftarlık değildir. Taraftar olmak, sahada oynayan ve oynamayan futbolcuyu birbirinden ayırmaktır.

- Taraftar olmak, inandığı ve bildiği takıma ait hiçbir ürünün yan sanayi sürümünü almamaktır.

- Sorulduğunda verecek bir cevabı olsun diye takım tutan değildir taraftar.

- Tribünü doldurmak, çay içip çekirdek çıtlatmak değildir. Tribüne gitmek, sesinin yettiğince takımını desteklemektir.

- Yenildiğinde ağlamayı bilmek; takımın yanlışını görüp, eksiklerini tamamlama yolunu aramaktır taraftarlık.

- Yine kaybedilen bir maçta tüm nefretini yönetimden çıkarıp, o tapındığı statta ağza alınmayacak laflat etmekle taraftar olunmaz!

- Ki, tuttuğu takım kimliğidir taraftarın…

- Taraftar olmak, armaya tapmaktır!

- Taraftar dediğin, en kötü günde bile içinden takımına lanet eden sesine inat, yine onu desteklemek, sevmek ve “bir dahaki sefere” başaracağına inanmaktır…

- Kaybedilen bir maçta suçu karşı takımdan ve hakemden önce, kendi takımında aramaktır taraftar olmak.

- Futbolun kurallarını bilmek ve gördüğü bir kartın haklı olup olmadığı konusunda objektif karar verebilendir taraftar.

- Yıldız transfer yapıp takımının isminin duyulmasını değil, gerekli ve yerinde transfer yaparak takımın açıklarının giderilmesine sevinmektir.

- Taraftar olmak, futbolu bilmektir evvela. Futbolu sevdirdiği için takımını sevmektir.

- Görüntüde değil, ölümüne tutmaktır takımını; gerektiğinde en koyusudur.

- Başka takımın taraftarına da saygı duyup, kendi takımını her daim yüceltmektir.

- Ve aslında taraftar olmak, kanın gibi, canın gibi onu her an yanında taşımaktır. Bir futbol tartışmasında savunmak, dilediğin gibi dilediğin tonda marşını söylemek, içinden geldiği gibi takımını yaşamaktır.
Bunu bilip, uyguladığımız takdirde futbolu bilen taraftarlar olabiliriz kanımca. Diyorum ki, aklıma geldikçe iyi taraftar nasıl olur sorusunun cevabına eklemeler yapayım. Ve son ses taraftar çığlığını her kulak duysun…

1 Aralık 2010 Çarşamba

El Clasico #YatCasillasYat



E yani, ben de bu kadar çok gol yesem böylesine yatardım maçta. Aslında Valdes'in yatması gerekiyordu.
Sahi, El Clasico'da Real Madrid Barça kalesine yaklaştı mı hiç? Benim dikkatimi çekmedi de..

El Clasico #Dünyanın Futbolcusu




Dünyanın en büyük ve en yetenekli futbolcusu kim, biliyor musunuz? Lionel Andres Messi! Namıdiğer, Pire. Onun maçlarını geleceğin futbol tutkunlarına anlatacak olmanın heyecanını yaşıyorum şimdiden.
Adamsın, seviyorum futbolunu!

El Clasico #Adamsınız.






Adamsınız oğlum. Sizi de, futbolunuzu da seviyorum. Bir şey söyleyecek olan?


Ben de öyle tahmin ediyordum!

El Clasico #









Futbol acımasızdır. Ve gözyaşları çimleri yeşertmez ne yazık ki..

30 Kasım 2010 Salı

Yenilgiyi Hazmetmektir Liderlik


Haftalardır dünya gözünü İspanya’ya dikmiş, dünyanın maçına, evrenin gelmiş geçmiş en güzel maçına, o maçın olacağı güne, maç öncesi yaşananlara, açıklamalara, olaylara dikmişti gözünü. Hangi maç demeyeceksiniz herhalde, El Clasico’dan bahsediyorum…
Bir yanda dünyanın delice hayran olduğunu, büyüklüğünü ve futbol dehasını kabullendiği Messi; diğer tarafta ise dünyanın en pahalı, sınır tanımaz, bana göre pas vermekte bencil, sert şutlarla kalecilerin başını döndüren Ronaldo. Ve bu iki dünya devini buluşturan El Clasico.
Fenerbahçeli olduğumun yarısı kadar da Barçalıyımdır. Yanlış anlaşılmasın, sevgim hemen hemen eşit ama Barcelona’yı bir futbol takımı olarak daha geç tanıdım. Bu maç öncesinde de hiçbir korkum yoktu, Barça’nın maçı alacağına inanıyordum. Maç öncesindeki gergin bekleyişi belirtilen mekânda, belirlenen saatte olma çabasıyla atlattım. Üzerimde Pique formam, boynumda Barça atkım, dilimde Barça marşı, kalbimden forza Barça diyerek maçı izleyeceğim alana vardım.

Maça hızlı başlayan taraf Barcelona oldu. İsabetli paslarından ve kaliteli orta sahasından tanıdığımız Barcelona takımının orta sahasının beyni Xavi, 10. Dakika topu ağlarla buluşturdu. Attığım sevinç çığlığının Nou Camp’tan duyulmuş olma ihtimali bile var. İyi futbol, iyi orta sahanın meyvesidir görüşünü desteleyecek şekilde vuruşlar yapan Barça, bu kez ilk golden sekiz dakika sonra Pedro ile 2-0 öne geçti. Hızlı başlayan ikinci yarıda birer dakika arayla iki gol kaydeden D.Villa, yerini benim minik futbolcum Krkic’e bıraktı. Maç anında heyecandan olsa gerek denge problemi yaşayan Bojan, beşinci golü atamadı ancak Jeffren’e asistini vererek maçın 5-0 tamamlanmasına katkı sağladı.

Maçın başından sonuna yılmadan mücadele eden, gol asistini veren, koşan, zevkle futbolunu oynayan Messi, büyüklüğünü sadece Real Madrid’e değil, tüm dünyaya bir kez daha kanıtlamış oldu.

Maç esnasında sekizden fazla sarı, bir adette kırmızı kart çıktı. Yenilgiyi hazmedemeyen Real Madridli futbolcular, kendilerine hiç de yakışmayan çirkin hareketler yaptılar. Onların bu çirkef halini görünce, neden Barcelona’yı sevdiğimi bir kez daha anladım.
Maçın en hazin görüntüsü, ellerini bağlamış bir halde kalenin önünde duran ve neredeyse ağlayacak olan, Dünya Kupası’na damgasını vurmuş, Casillas’tı. Onu öyle görmek içimi acıttı elbet, ama oynayan ve isteyen başarıyor işte, daha ne söylenebilir.
Bizlere böylesine zevkli bir futbol maçı seyrettirdikleri için Barcelona’ya teşekkür ederim. Elbette bu maç şampiyonu belirlemedi. Önümüzde Espanyol maçı var. Ne olacağını bilemiyorum, izleyip göreceğiz! Zevkli futbol derken, maç esnasında gerçekleşen tartışmaları saymıyorum elbette!

Son olarak eklemeden geçemeyeceğim, hangi ülkede, hangi ezeli rakiplerin derbi maçı olursa olsun, sonucu Fenerbahçe’ninki gibi olmuyor! 6-0’dan bahsediyorum canım, bakmayın öyle!

29 Kasım 2010 Pazartesi

El Clasico!


Bir yanda "bağımsız futbol şehri" Barcelona, diğer yanda "donanımlı futbol ordusu" Real Madrid...
Türkiye saatiyle 22.00'de başlayacak olan maç, NTVspor ekranlarından naklen yayınlanacak.
İspanyada, Barcelona'nın cânım stadı Camp Nou'da devlerin derbisinin heyecanı var. Orada olup bu atmosferi daha yakından solumak isterdim elbet.
Bizim devlerimiz, Messi, Villa, Pedro, Xavi, Alves, Valdes, Krkic, İniesta, Pique, Puyol ve nice Barçalı futbolcuy büyük iş düşüyor.
Ben akşam saatlerin üzerimde Pique formam, boynumda Barcelona atkım ile maçı alabildiğine kalabalık bir ortamda izleyeceğim.
Keyifli, futbol zevkinin doruklarda yaşanacağı bir maç olacak. Gönlüm, kalbim, inancım, dularım, taraftarlığım Barcelona'dan yana!
FCB <3

Hakem Penaltı Noktasını Gösterdi

Koskoca Ali Sami Yen Stadı… Oynanılan acı tatlı onlarca maç, iyisiyle kötüsüyle bir dolu hatıra dizisi. Sevinç gözyaşları, yönetime istifa çağrıları, hayal kırıklıklarıyla dolu koskoca Ali Sami Yen Stadı ve o güzelim statta son derbi maçı. Konuk tribününde çok kez oturdum, gözlerimin kanlı, sesimin çatlamış olarak sona erdiği çok derbi maçı izledim. Şimdi sona yaklaşıyor olması garip bir hüzünle doldurdu içimi maç öncesinde. Biliyorsunuz, Fenerbahçeliyim. Maçı çok sevdiğim taraftar arkadaşlarımla birlikte izlemeye karar vermiştik çok öncesinden. Maçı izleyeceğim alana gitmeden evvel, geçtiğimiz yıl hediye olarak aldığım Beşiktaş formasını omzuma atıp mı gideyim, yoksa Galatasaray atkımı boynuma mı dolayayım diye çelişmiştim kendimle. En nihayetinde elimde Galatasaray atkısı, gözlerimde Sami Yen’deki son derbiyi izleyecek olmanın heyecanı vardı.


Maça istekli başlayan taraf siyah-beyazlı ekip oldu ve dokuzuncu dakikada penaltı kazandılar. Çok da hoşlanmadığım bu futbol isyanında topun başındaki Guti, ustalığını konuşturduğu düşüncesiyle topu ağlara gönderdi. Dipnot olarak yazının içine ekliyorum, penaltıda herhangi bir ustalık falan yoktur. Bilmen gereken tek şey, kaleciyi şaşırtmaktır. Bu yani. Her neyse, maça döneyim ben zaten penaltılardan hoşlanmadığımı biliyorsunuz. Penaltıdan gelen golden sonra savunmaya dayalı oyunu tercih eden Beşiktaş, ilk yarıda neredeyse hiçbir pozisyona girmedi. Garibim Galatasaray, o güçlü defansı ezip geçebilmek için pozisyon üstüne pozisyon üretti fakat hiçbirinden sonuç alamadı.

İkinci yarının ilk çeyreğinde büyük bir hırs ve istekle bastıran Galatasaray, ilk yarıda olduğu gibi hiçbir pozisyonu lehine çeviremedi. Üst üste kullanılan kornerlerden de umduğunu alamayan sarı-kırmızılı ekip, ikinci yarının ikinci on beşliğinde hırs yapıp atak anlayışlı oynama sırasını Beşiktaş’a verdi. İlk yarıda adını neredeyse hiç duymadığımız Nobre, ikinci yarıda kendine gelmiş olacak ki üst üste girdiği pozisyonların en nihayetinde birinde topu ağlarla buluşturmayı başardı. Gözler yine hakemdeydi, Cüneyt Çakır golü saymadı… Kısa bir direnişin ardından maçın resmi olarak ikinci golünü attı Nobre. Altmışıncı dakikadan sonra maçtan tamamen kopan Galatasaray, sonunda golü bulmayı başardı.

Maç, 1-2 biterek Beşiktaş’ın evine üç puanla dönmesini sağladı. Maçta bir Cenk vardı ki, kartal kesildi. Mutlak gol pozisyonlarında bile takımını korumayı başardı. Helal olsun dedim maç sonunda, gözlerimde yaşlar; Sami Yen’de son derbinin böyle bitişine içim acırken, helal olsun Cenk, helal olsun…

Diyorum ki ben, Hagi’li Galatasaray Hagi’siz Galatasaray’dan kat kat kötü. Nereye kadar gidecek bu, yeni statta neler yaşanacak, Ali Sami Yen’de derbiye veda böyle mi olmalıydı, şimdi taraftar ve yönetim ne yapacak gibi bir sürü birikti kalemimde. İçimde acıdı tabi, Sami Yen’de son derbi oldukça sancılı oldu… Taraftarın akıttığı gözyaşları da cabası!

Maçın sekizinci dakikasında gözler Cüneyt Çakır’a çevrildiğinde, hakemliğin verdiği güçle penaltı noktasını göstermesi, maçın dönüm noktası oldu. Eğer o penaltı gelmeseydi, bu Beşiktaş böyle bir Galatasaray karşısında ölse dahi maçı alamazdı. Ne diyeyim, artık maç sonlarında hakemi konuşmaktan sıkıldım, usandım. Futbolumuz kötü, inancımız zayıf, çalışmıyoruz, hakemlerimize söylenecek söz sıralamakla bitmez…

Öyleyse soruyorum şimdi sizlere, biz Türkiye olarak futbolun tam olarak neresindeyiz?

26 Kasım 2010 Cuma

Her Horoz Kendi Çöplüğünde!

"Bursa bizim her şeyimiz… Canın sağ olsun Ertuğrul hoca, en azından arada bir kulübedeki yerinden kalkıp surat astın, asabi ve üzgün mimikleri falan yaptın. Helal olsun Bursa taraftarına da, yalnız bırakmadı takımını. Olsun canım, o gönüllerin birincisi. Eh, Şampiyonlar Ligi’nden de gol atmadan dönmedik en azından… “ gibi sözler beklemiyorsunuz herhalde benden? Yok, yok bunu sadece benden değil, Bursa taraftarından bile beklemeyin!


İzlediniz değil mi maçı? Eminim taraflı tarafsız herkes, en azından gol görmek, üstün futbol izlemek, ilk kez bir futbol maçı izlerken heyecanlanmamak için göz ucuyla da olsa bakmıştır televizyona. Türk futbolunun rezilliğinin, acınılası halinin faturasını sakın ola ki, Bursa’ya kesmeye kalkmayın. Bu maç, bu oyun, bu futbol hepimizin ayıbı! Sahada dört dönmekten afallamış Bursalı oyunculara kızmayın. Onların afallamasının sebebi Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzonspor, Sivasspor’dur… Sen dizini kırar, kendi liginle yetinmeye çalışırsan, tarihinde “Avrupa”yı ilk kez duymuş bir Türk takımının devler karşısındaki çıtır çıtır ezilişine böyle yanar, söver, hatta gülersin içten içe… Gülmeyin, kızmayın. Bu, Türk futbolunun ayıbıdır! Hatta milli takımın, tüm teknik direktörlerin, medyanın ayıbıdır. Varsın İspanya gülsün, dünya gülsün bize… Biz eksiklerimizi tamamlamayıp bir başka takımın yanlışlarıyla alay ettikten sonra, kim gülerse gülsün!

Bursa’nın hiç mi hatası yok diyeceksiniz. Tabii ki var! Bir zamanlar, Türk futbolunun kanayan yarası altyapıdaki tazecik futbolculardır demiştim. Ekleyeyim bir de, tembellik bizim sarılması en zor yaramız. Gün olur ki adam akıllı çalışmayı öğrenir, çıktığımız maçlarda akıttığımız terin hakkını vermeyi amaçlarız, o zaman yaramıza ilacı buluruz… Adamlar on sekiz yaşındaki çocuğu Şampiyonlar Ligi maçına çıkarıyorlar. Skor ve oyun üstünlüğünün etkisi büyük tabii bu hamlede. Ama yine de yaptıkları büyük cesaret değil mi? Biz daha lig maçlarında genç yeteneklere şans tanımıyoruz. Çekiniyoruz, ya ayak uyduramazsa diyoruz. Çünkü biliyoruz, hepimiz biliyoruz. Adamlar gerektiği gibi çalışmıyor! Bunun sorumlusu ne bir teknik direktör olabilir ne de yönetim. İstikrar, inanç, azim ve istek gerekir. Sen kendi liginde dibe vurmuş takımlara Şampiyonlar sahasında yenil, hala “yıldız” transfer peşinde koş, kendi liginde onu bunu öyle ya da böyle yen, sonra da geç karşıma Türk futbolunun yeni yüzü ol. Bu ne ya?! Nerede kaldı bunun savaşı, inancı, direnci…

Sahi, dün akşam Bursaspor’un kalesini koruyan biri var mıydı? Ben fark edemedim de…


Diyorum ki ben, bu “çukur”dan çıkmak için iki yol var… Ya sen, Türk Futbol Federasyonu olarak işi ciddiye alıp bir adım atacak, çözüm bulacaksın ya da yine kendi çöplüğünde ötmeye devam edeceksin. Ligde senin için en az gol yiyen takım diyecekler, tarihinde ilk kez kupa kaldırdın diye çıktığın maçlar derbi olacak, İstanbul takımları seni gözünde büyütecek, sen o bizim baş tağcımız üç büyüklerimize kafa tutup onlardan iyi olduğunu savunacaksın; sonra Avrupa futbol basını geçecek karşımıza, Türk futbolu çöküyor diyecek.

Şimdi hepimiz neyin ne olduğunu anladığımıza göre, her horoz mümkün olduğunca seri adımlarla kendi çöplüğüne gitsin. Artık ötecek mi, hatalarını örtecek mi bilmiyorum. Tek bildiğim, birinin bu işe el atması gerektiği.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Taraftar Gidene Kadar Ölü Taklidi Yapın!


Sıkı tutunun, Kayseri’den alının bir puanı midenize oturtmak için geldim! Hazırsanız başlıyorum.


Bana göre ligde bu haftanın en önemli maçıydı. Gözünü zirveye dikmiş bir Kayseri ve taraftarına sayısız hüzün yaşatan bir Galatasaray var ekranda. Yer, Galatasaray’a göre Kayseri deplasmanı. Maç öncesi yaşananlardan bunalmış olan Aslanlar, deplasmandan sıyrılma düşüncesiyle çıktılar maça. Ama baştan söyleyeyim, maçı izleyemeyenler hiç heveslenmesin, maçı anlatmayacağım. İçimdekileri döküp, söveceğim biraz…

Maç iyiydi, güzeldi. Lig üçüncüsü Kayseri’ye yakışır bir futbolla başladıkları maçtan, Galatasaray’dan beklenmeyecek bir adet puanla ayrıldılar.

Berabere biten maçları sevmem, bilirsiniz. Üstelik o beraberlik 0-0 biten bir maçtan geldiyse! Sanki o maç hiç oynanmamış, adamlar hiç ter dökmemiş, taraftar tribüne hiç çıkmamış gibi gelir. Oysa bu maç taşıdığı önemden olsa gerek diğer maçlardan çok farklıydı benim gözümde. Şimdi bu maçı izlemiş olan G.saraylı taraftarlar, takımlarının “en azından” ikinci yarıya istekli çıktığını söyleyecekler, bu maçta olmadığını ama önlerindeki maçlara en azından 10. Sırada olmanın bilmemnesiyle bakacaklarını söyleyebilirler. Haklılar, zor günler geçiriyorlar…

Emin olduğum bir şey var, o da gelecek hafta oynanacak olan derbinin iki takımada iyi geleceği. Ya da ikisinden biri iyiden iyiye dibe vururken, diğeri kendini kurtarmanın yolunu ötekinde bulacak. Sahiden abartısız, önümüzdeki hafta tablo bu olacak.

Bu maç tamamen sarı kırmızıydı.

Şimdi diyorum ki, Galatasaray sakın ola ki Kayseri’den aldığı bu bir puanı kurtuluş yolu olarak görmesin. En çok da neye üzülüyorum biliyor musunuz? Evet, görüyoruz Galatasaray kötü ve ağır bir dönemden geçiyor. Belki bu yıllarda doğacak çocuklar futbolu böylesine kötü diye tutmayacak aslanları, bir başka takıma yönelecek. Taraftar havlu atacak, yönetim yerle bir olacak falan. Tüm bu teorileri bir kenara ittiğimde, gözleri acıtan bir gerçek çıkıyor ortaya: Ali Sami Yen’de son bilmem kaç maç… Fanatik bir Fenerbahçe taraftarı olmama rağmen, çok da dozunu kaçırmadan, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar maç izlemişliğim vardır Sami Yen Stadı’nda. Şimdi bu çöküş dönemlerinde, o sahada futbolun son günlerini kötü bitirmek ya da olası kötü bir final, üzüyor beni. Yeni stat büyük umutlarla açılacak falan. İşin o kısmıyla zerrece ilgilenmiyorum. Ama dilerim Sami Yen’deki son maç, gözümde canlandırdığım kadar kötü olmaz.

Tamam, daha fazla can sıkmaya gerek bence de, haklısınız. Ama eklemeden geçemeyeceğim, Aslan uyuyor dostlar. Derin ve sancılı bir uykuda, uyandırılmayı bekliyor…

Ne diyordum? Taraftar gidene ölü taklidi yapsın Galatasaraylı futbolcular. Sonra sessizce, başları mümkün olduğunca önde, stadı boşaltıp dağılsınlar. Yoksa ben tüm vaktimi Türk futboluna lanet ederek geçireceğim…

21 Kasım 2010 Pazar

Bıyıksızlar Bugün Tv'de!

Takip edenlerin de bildiği gibi geçtiğimiz hafta itibariyle Bıyıksızlar Bugün Tv'de kendi isimlerini taşıyan bir programa başladılar. Canlı yayında futbol konuşan hanımları takibe almak, izlemek için:

http://www.facebook.com/pages/biyiksizlarcom/125022910891604?ref=mf

http://www.biyiksizlar.com/televizyon

6-0 Aklıma Gelince..


“Taraftar 5 istedi, 5 attık. 10 dediler ama zaman yetmedi…” Serhat Akın.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Futbol Barcelona ile Güzel.

Demiştim size bu Krkic adam olacak, Messi'nin izinden gidecek diye. Sinyallerini veriyor hep, doğru yoldan şaşmıyor adamım.
Almeria deplasmanındaydık bu hafta. Ne olacaklarla dolu bir maç öncesinin hemen ardından, dakika 75 ve atılan 8 gol kaldı hafızamda. Maçı izlemeyenlerin en azından özet görüntülerini izlemesini şiddetle, gayet futbol aşkıyla tavsiye ediyorum.
Krkic iki, Messi 3 gol attı. Gollerden biri Iniesta, Rodriguez'den geldi.

Ne diyordum? Futbol ne garip, ben az önce 6 golle övünüp, BJK'nın berabere kalmasından güç alıyordum ki, Messi, Barça falan girdi işin içine. Oolalalla..

16 Kasım 2010 Salı

Pique - Messi

pek bi arkadaş canlısıdır sevgili'm.



Sevgilim Piqué.

Hola!
Sevgili'm Pique,
Nasıl sıkılıyor canım bilsen! Bugün bayram. Mutlu mu olmam gerekiyor, hiç de değil! Hayvan kesip bayram yapamıyorum ne yazık ki. Et yemedim hiç, bu saatten sonra da yemem zaten. Bilirsin beni, başıyla sonu bir olacak adımlar atarım.
Ne olacak bu kart cezaların? Dünya liglerinde beğendiğim tek futbolcu sensin, seni de sahada görememek üzüyor beni.
Uzatmayacağım sevgili, sadece seni görmeyi özlediğimi bil diye yazıyorum bunları. En sevdiğim fotoğraflarından birkaç tanesini paylaşacağım. Herkes sevsin seni.
Kocaman öpüyorum, bacaklarına iyi bak.
Hasta la vista :)






15 Kasım 2010 Pazartesi

Messi Attı Gol Oldu!

İzlemekten en çok zevk aldığım liglerden biridir La Liga. Bilirsiniz, futbolla özdeştirdiğim başlıca futbolcum Messi’dir. Dün akşam Antep’ten İstanbul’a esen rüzgârdan sonra tüm nefretimi yazarak kusmak istedim. Maçı izleyenler ve takip edenlerin de bildiği gibi kullanılası tek kadro buydu. Elden gelen yapıldı, oynandı, edildi. Ama bu kadar yani. İsmini ağzıma her aldığımda lanet ettiğim bir Caner ve Baroni vardı sahada, yine onlardan beklediğim kadar berbat oynayıp, sahteliklerinin hakkını verdiler. Neyse, Fenerbahçe yazmayacağım sadece ufaktan değineyim dedim.


Gelelim günü güzel kapatmamı sağlayan Barcelona’ya. Diyorum ya, iyi ki futbol, Barça ve Messi var. İyi ki!

Lig de oldukça sevimsiz bulduğum Real Madrid liderlik koltuğundayken, benim Barça’m hemen ardından takibe geçmişti. Nou Camp’ta, ligin üçüncü sırasında bulunan Villareal ile oynanan maçta, yine sahnede Messi vardı. Sahaya değil ilk 11, hiç çıkmayan bir de Pique vardı.

Maça hızlı başlayan taraf Barcelona oldu. Alışılmış futbolunu yaşatıp, rakibe top geçirtmediler. İlk yarda orta sahanın rakip yarı alanına bakan bölümün ilk metrelerine anca saniyeyle belirlenecek sürelerde geçip top kaybeden Villareal, 22. Dakika da Barçalı Davil Villa’nın golüyle kendilere geldiler. Bu dakikadan sonra neredeyse eşitlenen maç, 26. Dakikada Nilmar’ın Villa’ya cevabı ile 1-1 oldu.

İkinci yarıda maç hâkimiyetini yine eline alan Barcelona’da, direksiyona geçen Messi oldu. Tek toplarına, çalımlarına ve sert şutlarına hayran olduğumuz “bit”, 58. Dakikada takımını 2-1 öne geçirdi. Öne geçen Barcelona’nın futbol taktiğini biliyoruz, uzun uzun anlatmaya gerek görmüyorum o yüzden. Derin, kısa ve isabetli paslarla rakibi boğan Barça, kalesine yaklaşan tehlikeleri uzaklaştırıp, 83. Dakikada yine Messi’den gelen golle maçı 3-1 tamamladı. Böylece puanı 28’e çıkan Barcelona, maç fazlasıyla liderlik koltuğuna oturdu.

Her attığı gol olan Messi ve futbolun asıl ismi olan Barcelona, yer neresi ve rakip kim olursa olsun izlenmeye değer…

Ne diyordum? FC Barcelona: més que un club. “Bir Kulüpten Daha Fazlası”

Hamsi Timsah da Yer!

Haftalık bir hazırlık yapmıştım bu maçı izleyebilmek için, ama plan değişikliği her şeyi alt üst etti. Maç başladığı esnada alana henüz varmış, koltuğuma yeni oturmuştum. Ben kendime gelip maç moduna girerken Jaja beni bekleyecek kadar sabrı olmadığını gösterip, daha maçın beşinci dakikasında Timsahların o gol yemez, ezilmez, yıkılmaz ağlarını havalandırdı. Attığım sevinç çığlığının tüm Trabzon’dan duyulmasını diledim, büyük bir ihtimal de öyle oldu zaten.


Ligin “uçtu uçacak” iki takımı oynuyor, sahadalar. İzlemekten çok da zevk aldığım futbolcular yok, ama maç önemli. Zirve maçı. Şampiyonluktan düşme, koltuktaki yerini garantileme belki de. Hatta biliyor musunuz, bu maç için “derbi” diyenler bile vardı. O alışılmış Fenerbahçeli taraftar yanımı susturup defansa bile geçmedim bunu söyleyenlere. Ne derbisi arkadaşım! Sizin bu öpe koklaya baştağıcı yaptığınız Bursa’nız bu kadar işte. Ne öyle uzun uzadıya anlatmaya, dil dökmeye, kalem bükmeye gerek var, ne de bu maçı derbiden görenlerin futbol bilgisini sınamaya… Adam iki bilinmez maç sonunda kupayı kaldırdı diye beşinci büyük ilan edildiği yetmezmiş gibi bir de Şampiyonlar Liginde önemli işler bekledik. Komiğiz ya! Neyse, “ uzattın ama he!” dediğinizi duyar gibiyim, maça değineyim ben kısaca.

Erken gol yiyen Bursalılar şaşkınlıklarını üstlerinden atamadan, bu kez on altıncı dakikada yine Jaja’nın attığı golle 0-2 geriye düştüler. Hayal kırıklığı ve şaşkınlığı aynı anda yaşayan Bursa, gelen ikinci golden sonra maçın hâkimiyetini tamamen kaybetmişti.

İkinci yarıya geçecek olursak, tabiri caiz ise Trabzonspor’un şovunu izledik. Futbol zevkini dorukta yaşatan Trabzonlu futbolcular, ikinci yarıda Bursalı oyunculara tek bir pozisyon bile vermezken, skorun tabeladaki yansısını değiştirecek sayısı unuttuğum kadar çok atakta bulunup, hepsinden eli boş döndü.

Maçın doksanıncı dakikasında tahminimce alkışlatmak için Jaja’yı maçtan aldı Şenol hoca. Taraftarın desteği ve alkışı görülmeye değerdi. Ama bu, işin gülen yüzü. Bir de çirkin tarafı var ki, maçı izleyen herkes eminim çok kızmıştır! Bursaspor’un kalecisi Ivankov maçtan çıkan Jaja’ya saçma sapan bir müdahalede bulundu. Gerçi pek sevgili (!) Bülent bunu görmezden gelmeyerek kaleciye sarı kartı gösterdi ama içimde kaldı ne yalan söyleyeyim. Hep golle yiyip hem de böyle bir hareket yapınca, buradan da kızmak istedim Ivankov’a!

Ve Bursa’da gelen son düdükle Trabzonspor yaptığı çıkışlara ara vermeden devam etmiş oldu. Ligde üçüncü puan kaybını alan Bursaspor ise şampiyonluk yolunda kan kaybetmeye başladı.

Eklemeden geçemeyeceğim, Trabzonsporlu taraftarların Bursa’da kolbastı oynamasından sonra keyfime diyecek yoktu!

Ne diyordum? “Hamsilerin timsah yediği görülmüş mü kardeşim!” demeyin. Yediler, afiyet bal şeker oldu!

14 Kasım 2010 Pazar

KRALEX Yüzledi!

Maça hiç değinmeden Alex'in de 100'ler kulübüne girişinden bahsedeceğim.
Sadece tek bir takımda attığı gollerle 100. golüne ulaşan Alex, sonu ne olursa olsun her zaman ve her şekilde Fenerbahçeli taraftarın desteğini ve sevgisini arkasında hissedecek, hiç şüphesi olmasın.

O bizim, en kıymetlimiz...
10 numara Alex, 100 gollü Alex, Kaptan Alex, Kral Alex, Dahi Alex...
Ne diyorduk? Dahi anlamındaki "de" ayrı yazılır:
Alex De Souza.
Ve Alex İle Sonsuza.

12 Kasım 2010 Cuma

Q7 Düştü Kalktı, Maç Bitti

Kupa maçının grup ayağında olmayacak skorlar, goller, pozisyonlar izledik. Hayal kırıklığımı başlatan Fenerbahçe, kupaya artık tamamen küstüğünü göstermiş oldu. Olmuyorsa olmuyor, zorlamanın anlamı yok diyerek baştan resti çekti. Galatasaray iyi etti, hoş etti dedik. Sıra geldi “devler transferi” yapan Beşiktaş’a. Gülüyorum bakın, gerçekten bu satırları yazarken gülüyorum. Sebebini anlatacağım, az biraz sabır.



Taraftar olmakla taraftarı olduğun takımı “sevmek” arasında sahiden de fark varmış, zaman öğretiyor bunu. Taraftar olmak, bir başka takımın eksiklerini görerek ona çamur atmak değil, kendi takımın eksikleri nasıl çözebileceğini düşünmektir. Kaybettiğin maçta hakeme laf söylemek değil, oynamayan futbolcunla oynayanı ayırt edebilmektir. Taraftar olmak, futbol ve futbolcu kalitesini bilmektir arkadaşım! İki iyi transfer yaptınız, Fenerbahçe’nin miadı geçmiş Guiza’sıyla sağlı sollu dalga geçtiniz diye, “Oo büyüksün abi, iyi de taraftarsın he!”yi hak edecek değilsiniz! Devamlı olarak aynı şeyi söylüyorum evet, ama sabır falan yok artık bende. Zira dönüp dolaşıp aynı yere gelmemin sebebi de, taraftar bilinçsizliği. Ne diyorum, bunu ilerleyen günlerde sıkıca kaleme alayım öyle konuşalım. Şimdi hızlıca ileri sarıp maça dönelim…

Maç boyunca Beşiktaş’ın elde ettiği kadar pozisyonun yarısı Antep’te olsaydı, inanın bu maçın skoru bambaşka olurdu. Arkadaşım insan ayağına gelen topun bir tanesini bile mi kaleye atamaz? Yuh dedim kısaca ben, sahiden yuh!

Q7 ile başlayayım… Adam maç boyunca yerdeydi neredeyse. Ona buna çarpıp devamlı olarak düştü, sonunda da hakemden kartı gördü! Oh dedim, mis gibi oldu. Hiç kusuruma bakmayın valla, törpüleyemem bu maç için dilimi. Kalemime geleni yazacağım, kızan kızsın arkadaşım!

Sonra Bobo, Nihat bir de… Top sevmedi desem, sen isabetli atamadıktan sonra top nasıl sevsin? Anlayacağınız bu akşamki maçta isteksizdi Beşiktaşlı futbolcular. Bir hayli keyifsiz, tutuktular. İşime geldi doğrusu, çatır çatır oynayan Uğur Tülemen’imi izledim ben de, keyfime diyecek yoktu! Antep’in tam doksana gelen golü hiç beklenmedik ve bir o kadar da şıktı, alkışı hak etti.

Kazım’ı da söylemeden olmaz. “Kalede Kazım.” denildikten sonra hafiften bir irkildim ama bunun boşa olduğunu maç esnasında gayet iyi anladım. Kaleyi erken terk edişleri biraz hatalıydı ama maçı toparlamayı bildi. Kısacası, Antep’in istikrarını koruduğu avantajlı bir maç oldu. Beşiktaş’ın maça çok da önem vermediği için böyle isteksiz olduğunu düşünsem de, kızmaktan kendimi alamadım.

Maç esnasında düşünceli gözüken teknik adamın bir an evvel takımı toparlama sürecine girme konusunda istekli olduğunu gördüm. Maçı izlemeye gelen Yıldırım Demirören’in de Q7 hakkında ne düşündüğünü merak etmiyor değilim açıkçası… 26. dakikada gelen golle maçı 1-0 önde kapatan Antep, grup liderliğine oturdu. Kupanın grup maçlarında şaşırmaya devam edeceğiz anlaşılan.

9 Kasım 2010 Salı

Habersiz Ara

Hola!
Fark ettim ki, günlerdir uğramamışım bloguma. Güncel tek yazı bile yok! Haber vermedim, ama sebeplerim var.
31 Ekim - 7 Kasım arasında maçlarda, spordan ve hayattan soyutladım kendimi-kitap kokusuyla dinlendim. Tüyap Kitap Fuarı boyunca biricik yayınevimiz Carpe Diem'in standında durdum.

Tabii sadece bu değil. Futbol Extra dergisiyle görüştük ettik. Ufaktan başlıyorum yazmalara :) Kasım sayısında da BizBıyıksızlar ile bir söyleşi yaptım. Alın, okuyun. Şiddetle tavsiye ederim :))
Degiye 5M Migros ve d&r aracılığıyla sahip olabilirsiniz. Keyifli okumalar!

19 Ekim 2010 Salı

5 - Adamlar Atıyor Abi!

Bir haftayı daha yenilgisiz kapamak nasıl huzur verici, nasıl keyiflendirici bilseniz dostlar!


Yine söylüyorum, hep söylüyorum. Lige kötü başladık, iyi bitirelim inşallah! Ama bu işler duaya-nazara bakmaz. Oynayacaksın, koşacaksın, helme ve pres yapmaktan korkmayacaksın. Bu kaçıncı maç oldu, idman havasında oynuyor F.Bahçe. Taktik belki de bu, bilmiyorum. Öyle oynadıkları her maçı aldılar zira. Konya maçı da aynen böyleydi. İlk çeyrekte kaçan golleri ikinci çeyreğin bitiminde Emre’nin müthiş golü unutturdu. Özellikle Emre’nin golünden bahsetmek istedim. Yetenek, zeka ve oyun gücünü kullanarak attığı bu gol bize galibiyeti getirmeseydi bile, maç sonunda yine alkışlardım!

Yobo yine defansın kralıydı. Lugano o özlediğimiz gollerinden birini atarken, yedekte kalmanın kimseye faydası olmadığının cevabını veren Semih ve Stoch gollerle taçlandırdılar geceyi.

Biz böyle oynayıp kazandıkça, “Avrupa’da neden yokuz?!” diyorum; içim yanıyor haliyle.

Milyon dolarlık futbolcuyu da alsanız getirseniz, alt yapıdan da yetiştirseniz takım da, taraftar da değişmez! Üst üste birkaç maç kazandık diye leylek olup uçtuğumuza kanmayın! İçten içe derbi korkusu var hepimizde. “belki” diyoruz çoğumuz, belki “bu kez” yener bizi Cimbom. Olur mu, olur. Böyle durumlarda ne yaptığımız biliyorsunuz artık. Toplu toteme davet ediyorum! Derbiye kadar susalım dostlar. Susalım ki, konuşacağımız günler gelsin.

Ne diyordum? Golü atan kanıyor abi, fazla söze gerek yok! Galatasaray 4 yer, Fener 4 atar. Futbol acımasızdır, gözyaşları çimleri yeşertmiyor ne yazık ki!

Şimdi susma zamanı. Sessizce önümüzdeki maça bakalım. Tribünden, televizyon karşısında, telefon bağlantısıyla ya da. Yeter ki bir kez daha verelim çubuklunun hakkını.
 Taraftar bunu hak ediyor!

4 - Ankara’nın Gücü Aslan-Kaplan Dinlemedi!

Nasıl kızgınım bir bilseniz! Dün geceki maçtan bu yana zor durdum, aklıma geldikçe saydım döktüm onlara! Birinin hüznü, diğerinin sevinci oluyor futbolda. Oynanan her maçta görüyoruz, bizzat yaşıyoruz işte! Artık Galatasaray’a olan kızgınlığım futbolcuları aştı. Bildiğin taraftara, yönetime kadar sıçradı yani. Yönetimden kastım, asla takımın başındaki teknik adam değil. Aksine, o futbol devini Ali Sami Yen stadında küçülten taraftar ve başkana tüm kızgınlığım…


Maça döneceğim ama önce maç sonundan bahsetmek istiyorum. Maçın ardından bir yığın G.Saray taraftarı, “yönetim istifa, Rijkaard istifa!” , “imparator oooley” gibi bir takım tezahüratlarla hüzünlerine sinirlerini katarak, kendilerince öfkelerini yönetime bildiriyorlardı. O görüntüleri görünce çıldırdım adeta! “aynısı senin tuttuğun takımın başına gelse, sen de böyle yapardın” diyen arkadaşıma da cevap olsun bu: aynısı benim takımıma da oldu ama ben bunu yapmadım! Başımda duran adamı tanımadan eskiyi yuvama davet etmedim! Takımın başındaki teknik adamın gitmesini isteyen taraftar, takımına gereken değeri vermiyor demektir! Canım kardeşim, adamlar oynamıyor Rijkaard ne yapsın?! Bu adam değil mi Barça’yı devleştiren? Öyleyse sorunu toz kondurmadığın futbolcularda aramalısın evvela! Zira sahanın tozunu yutmuş, taraftarın desteğini ardına almış bir takımın futbolcuları böyle oynayamaz! Eğer oynuyorsa da, G.Saray takımında olmayı hak etmiyorlar demektir!

Sinirlerim daha da bozulmadan maçtan söz edeyim kısaca.

Öpe koklaya baş tacı yaptığım Baros’un sakatlanmasıyla içim cızladı resmen. Ufuk’un kırmızı kartla oyun dışı kalması da tuz biber oldu… Zaten adamlar oyundan kopmuş, topu ayaklarında bile tutamıyorlar; Ankaragücü de ipleri eline alıp top koşturdu. 4 golle aslanın kükremesine müsaade etmeyen Ankaragücü’nün bu galibiyetinin renklerinden kaynaklandığını söyleyen bile vardı!

3 - Kartal, Manisa’da Uçuş Seferlerini İptal Etti!

2-3 biten bir maçtan bahsediyorum. Beşiktaş-Manisaspor maçı. Hani şu, ligin başından beri uçup yücelen, Guti’li, Q7’li Beşiktaş’ın yenildiği, Manisa’ya hapsolduğu maçtan bahsediyorum, aman karışıklık olmasın!


“herkes hata yapar!” dedirten bir maçtı. Yaptığım girişe aldırmayın hiç, zerrece kızmadım Beşiktaş’a. Sakatlar çoktu zira bu maçla da yenileri eklendi listeye. Hafta içi oynanacak Porto maçı öncesi gelen bu puan kaybı moralleri bozdu elbette. Ancak Beşiktaş cephesinde kafaya takılası daha mühim olaylar var. Maçın henüz yarısında oyundan düşen futbolcular ve sakatlar… Çözüm ne olur, Porto maçı ne getirir göreceğiz.

Dediğim gibi Beşiktaş aldığı bu puan kaybını telafi edecek güçte. Ancak sakat futbolculardan başı ağaracak olan teknik adamın o dillere destan zengin kadrosuna başvurması gerekecek.
Dilerim Porto maçında göz zevki doruklarda olur da, gole doyarız.

2 -Trabzon’u Üçten Aşağısı Kurtarmıyor!

Ligin sekizinci haftasında Kasımpaşa ile karşı karşıya gelen Trabzonspor, kaleyi adeta gol yağmuruna tuttu. Bir kez daha söylüyorum, bu adamları izlemekten zevk alıyorum abi, kim ne derse desin! Ligin daha başından, hatta geçen sezonun son maçından (!) beri Trabzon’un hükmü geçmeye başladı bende. An geldi, Liverpool’u “yine” yeneceklerine inandım. Destekledim, alkış kıyamet tebrik ettim.


Fenerbahçe maçı öncesinde Bıyıksız hanımlarla toplandığımızda bile, hiç şüphesiz kazananın Trabzon olacağını söylemiştik. İçim çok da yanmamıştı o maçta, görünen köye kılavuz gerekiyor işte… Neyse, hızlıca ileri saracağım şimdi.

Kasımpaşa maçına gelirsek, zaten alacağını, hem de farklı bir galibiyetle alacağını biliyordum. Kabul, 7 gibi bir rakam beklemiyordum. Ama ne diyebilirsin ki? Hadi tuta anlat bana bu maçı! Adamlar resmen sahada güle oynaya gol atıp, vitrin gezercesine top koşturdular. Nasıl aldılar diye sormayın hiç. Trabzonspor taktire şayan bir futbol oynadı da, Kasımpaşa sahada mı yoktu?! Vardı da, bunları böyle arkadaşım… Ne savunma var, ne atak! Koşmayan futbolcu, değersizdir benim gözümde. Madem çıktın maça ve diyelim ki rakip sağlam, yağacak bir şey yok diye çekme kendini sineye. Pres yap ağabeycim, bu kadar mı zor? Koş yani, en fazla yapabileceğin buysa yap! Yazıktır, günahtır o taraftara…

1 - Karabük Puan Topladı!

Evvela Bursa’nın maçına değinmek istiyorum. Yedinci hafta maçında Galatasaray’ı hiç beklemediği yerden vurup mağlup eden Karabük bu kez Bursa’yı da rahat bırakmadı. 2-2 berabere biten maçta, fiziksel açıdan Karabük hâkimiyeti hissettim sahada. Bursa’dan daha istekli, atak ve güven veren futboluyla taraftarın gönlünün kazanan Karabük, tabiri caiz ise Bursa’ya sahayı dar ederek nefes aldırmadı. Üstelik aynı zamanda, iki hafta üst üste rakiplerine puan kaybettirerek, ligin üst sıralarında yerini aldı. İlerleyen haftalarda oynayacağı maç rakiplerine gözdağı veren Karabük, “ben de buradayım” diyerek yerini belli etti.


Berabere biten maçta Bursa’nın çok da büyük bir kaybı olmazken, haftayı yine lider tamamlamayı başardı.

Golü Atan Kazanıyor Beyler, Fazla Söze Gerek Yok!

İsmine yeni yeni alıştığımız Spor Toto Süper Lig’de Pazartesi oynanan maçla da, 8. Haftayı geride bırakmış olduk. Şöyle bir geçtiğimiz maçlara bakıp, tozlarını alalım. Kim ne yapmış, nasıl yapmış gözden geçirelim.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...