Taraftar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Taraftar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Bir Futbolcu Nasıl Kahraman Olur?



Olmalı mıdır ya da? Asıl soru budur belki de, bilemiyorum.

Arkadaşlar biz futbolu, futbolcuları ne olarak görüyoruz? Ya da onlar sahadayken kendilerini ne zannediyorlar?
Aslında öyle sinirliyim ki, kelimeleri bir araya getirmekte bile zorlanıyorum doğrusu. Bir hatam olursa, şimdiden affola...

Güzel bir organizasyon niyetiyle başladı Süper Kupa derbisi. Gelirinin Soma'ya gidecek olması bir yanımıza, "futbolda hala insani değerler varmış meğer" dedirtti üstelik. Lakin biz Türkiyeliler, insaniyeti kaybedeli çok olmuş ne yazık ki...
Maçı "kendimce" değerlendirmeye geçmeden evvel, futbolu futbol yapan o asıl kıymeti, özü kaybeden futbolcu ve taraftar bozmalarından biraz söz etmek istiyorum. Dilimden binlercesi haykırsa da bu akşam buraya, hiçbir kötü söz yazmak istemiyorum... Soma için.

Evvela top Caner ile buluştuğunda, kendini önce taraftar sonra belki de tamamen kazara "erkek" zanneden bir kesimin Berkay diye tezahürat yapmasına ne diyoruz?
Ya da annesi tarafından doğurulmayıp -çok affedersiniz- sıçılan birtakım Fenerbahçeli ve Galatasaraylı densizlerin sahaya yabancı madde atmalarını nasıl karşılıyorsunuz?
Peki ya sonra, kendisini futbolcu zanneden ve üstüne üstlük "milli kaleci" olan Volkan Demirel'in yaptığı, halı saha maçına çıkan 18'lik çocuğun yapmayacağı o hareketi yaptığında ne hissettiniz?

Ben nefret ettim. Türkiye'deki futboldan, takımlarından, futbolcularından, taraftarlarından... Ya da kendilerinin bu sıfatlardan herhangi birine ait olduğunu zanneden o insancıklardan nefret ettim.
Erman Toroğlu onlarla çılgınlarcasına dalga geçtiğinde, söylediklerine bile güldüm! Ne derece nefret ettiğimi anlamışsınızdır sanırım.

Çünkü bunlar, sahaya bir şey attıklarında taraftar, adam, insan olduklarını zannediyorlar. Çünkü bunlar taraftarlığı, üç beş kuruşu zor denkleştirerek gittiği deplasman maçından, en azından bir iki yerinde çizik olmadan dönünce, erkeklikten yoksun sayılacaklarını zannediyorlar. Çünkü bunlar işsiz, çünkü bunlar sevgisiz yetişmiş, sevgisiz büyütülmüş. Bir takımı, bir rengi sevmenin kutsallığını asla ama asla öğrenemeyecek zavallılar bunlar. Yazık ki bunlara ceza vermeyen, bunları tespit edemeyen TFF'ye de, takım yönetimlerine de!

Maça dönecek olursam...

İki takımdan da bir şey olmaz arkadaşlar bu yıl. Ne Fenerbahçe dördüncü yıldızını takabilir ne de Galatasaray.
Maçın oyuncusu seçilen Muslera, takımın en iyisiydi. Ardından onu takip eden ilk ve son kişi de Semih oldu.
Yasin'in amatörlüğü şu an değil belki ama profesyonel bir Galatasaray'da epey sırıtır, benden söylemesi. Bana kalırsa Galatasaray bu sene, ikinci Rijkaard dönemini yaşayacak.

İsmail Kartal ise belli noktalarda Fenerbahçe'ye yarıyor gibi gözüküyor. Lakin, forvetsiz oynayan bir Fenerbahçe her maçı penaltılarla alamayacağı için, bir golcü bulmadan iyi bir sezon geçirmesi imkansız.

Elbette Fenerbahçe'nin aldığı bu kupada Ersun Yanal etkisi büyük. Fenerbahçe'ye hücum futbolunu "öğrettiği" için kendisine ne kadar teşekkür edilse, az bence...

İnanın o kadar keyifsizim ki saha dışındaki olaylar yüzünden, maçı bile uzun uzadıya yazamıyorum. Oysa hakem değişikliği, orta hakemin çaresiz beceriksizliği, çıkan kramponlar, Muslera'yı alkışlayan Fenerbahçeliler gibi değinmem gereken "tam benlik" olaylar var ama neyse... Aşağı yukarı yazabileceklerimi artık biliyorsunuz zaten :)

Son cümlelerim de şu olsun öyleyse:
Tebrikler uzun zamandan sonra sezona "başarılı" başlayan Fenerbahçe ve tebrikler geldiği ilk günden bugüne dek, Galatasaray'ı dimdik ve tek başına sırtlayan Muslera!

Dipnot: Beyler, bir de ister misiniz bu Galatasaray devre arasında Ersun Yanal'ı alsın? He?

13 Temmuz 2014 Pazar

Şampiyon David Luiz!

İnternette dolanırken, minik bir taraftardan David Luiz'e mektubuna rastladım ve aynen sizinle paylaşmak istedim...


"Merhaba David Luiz,
Benim adım Analuz... Dünya Kupası boyunca Brezilya'nın bütün maçlarını izledim ve futbolunuzu çok beğendim. Üzgün olmaman gerektiğini düşünüyorum. Çünkü çok iyi oynadın ve elinden gelenin en iyisini yaptın. Sen, harika bir kaptandın. Hayat böyle; insanlar bazen kaybeder bazen kazanır ama insanların sadece mutlu olması gerekir. David Luiz, benim şampiyonumsun.
Analuz Penna Reale"

26 Haziran 2014 Perşembe

Bir Garip Rusya, Dünya Kupası Yolunda



Yıl oldu 2014, atamayana hala atıyorlar arkadaşlar...

Bu deyimin bugünkü, yani bu maçtaki kurbanı da Rusya idi. Lakin burada, durum biraz farklıydı. Rusya attı, atamadı demek olmaz. Atmasına attı da, golden sonra öyle geniş açılarla yaslandı ki sahaya, ikinci golü bulma zahmetine bile girmediler. Ki, en kritik maçları idi Cezayir ile olan... Sonunda ne mi oldu?
Maçı rölantiye alacak ikinci gol Ruslardan gelmeyince, Cezayir misler gibi bir duran top organizasyonundan golü buldu...

Son birkaç gündür soluksuz bir takip yapamadım Dünya Kupasında. Bu akşamki maçı da izleme niyetim yoktu doğrusu. Gizli favori Belçika'nın, Kore'den maçı kolaylıkla alıp ikinci tura çıkacağına zaten emindim. Bu da gerçekleşti. Aynı saatlerde oynanacak olan Cezayir-Rusya maçını, en çok da Cüneyt Çakır faktörü sebebiyle merak ediyordum.

Kişisel koşturmama son verdiğimde, maçın ikinci yarısına denk gelebilmiştim anca... Rusya destekçisi babama kalırsa, bizim Cüneyt biraz 'insafsız' yönetiyormuş maçı. E haydi bakalım, oturup ben de izleyeyim dedim.

Kamera gösterdiği müddetçe, aslında sahadaki adamlardan çok, tribündeki yürekli izledim ben. Daha sıcak, daha içtendi hepsi. Cezayir beraberlik, diğer bir deyişle ikinci tura yükseliş golünü bulduktan sonra tribünde çığlık kıyamet sevinenler; Rusya'nın her atağından nefessizce dua ediyorlardı. Sanırım bunu görmek hoşuma gitti. Bir de maç sonunda elenen taraf Rusya olunca, tribünde içkisiyle baş başa kalan Rus abimizin içler acısı halini görmek de üzmedi değil doğrusu.

Cüneyt Çakır'a değinecek olursam, maçın tamamını izleyemediğim için kesin konuşmam yanlış olur. İkinci yarıyı kötü yönettiğini söylemem mümkün değil. Tek takıldığım kısım, bir taç atışını yerinden kullanılmadı diye defalarca tekrar ettirmesiydi. Yoksa bizim Cüneyt fazla mı takıntılı, ne dersiniz?

Yani kısacası, ölüm kalım maçından sağ çıkan Cezayir oldu beyler. 
Ruslara üzüldüğümü ne yazık ki söyleyemeyeceğim. Kendilerini bu kadar salıp bu denli az istekle oynamaları, bu sonucu hak ettiklerine işaret ediyor bana kalırsa.

Önümüzdeki maç, Cezayir-Almanya. Güzel olacağa benziyor ve de heyecanla bekliyoruz bakalım!

26 Nisan 2014 Cumartesi

19. Şampiyonluk



Üç yılı aşkın bir süredir Fenerbahçeliler olarak, başka hiç kimsenin anlayamayacağı bir süreçten geçtik, belki de hala geçmekteyiz. Son dakika yıkımları, kayıplar, ani ve vedasız gidişler ile dahası, bizde mutsuzluğun sürekliliğini oluşturdu.

Ve yıllar sonra ilk kez şimdi bu denli rahat ve mutluyuz. Güvendeyiz daha doğrusu. 

Biz psikolojisi bozuk Fenerbahçeliler bu yıl ki şampiyonluğu en çok Caner Erkin'e, ruhunu sahada bırakırcasına oynayan Kuyt'a, gol sonraları secdeye yatan Sow'a, görünmez kahraman Mert'e, bizi daima ama daima uzaktan da olsa desteksiz bırakmayan Alex'e, yokluğu her defasında büyük boşluk yaratan Mehmet Topal'a, diğer yarımız olan Selçuk Şahin, Gökhan Gönül'e ve geldiği ilk günden son güne şampiyonluk yemini eden Ersun Yanal'a ve bu yolda daima dimdik duran Aziz Yıldırım'a borçluyuz.
Biz bunu çok hak ettik ve büyük ihtimalle yarın ilanını yapacağız.

Sesimiz kesilene dek tribünde yaşattığımız Ali İsmail Korkmaz'a armağan olsun en başta.

Sonra...

Sonra biz deli Fenerliler sevinelim, sokaklara dökülelim, ağlayalım, zırlayalım, kutlayalım. Çok hak ettik, tadını doyasıya çıkaralım.
19. şampiyonluğun kutlu olsun Fenerbahçem!

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Bir Sevda Ki, Kocaman



Ne kadar çok severse, o kadar çok canı acıyormuş insanın. Ve ne kadar inanırsan, o kadar çok kanarmışsın işte.
Bir gözümün kapandığı anı hatırlıyorum, bir de bunları yazmak için açtığım anı.
Bu öyle garip bir histi ki. İlk kez gerçek anlamda öldüğümü hissettim.

Stat çıkışındaki kalabalık, yalpalayarak yürümeye çalışmam, Reto'nun gözyaşları, Volkan'ın orta sahada atak başlatması, etrafımda ağlayan binlerce Fenerbahçeli, insanları iterek arabaya ulaşma çabam, Alex'in kulübedeki korkusu ve bir ses. Tek bir ses, aşina olduğum bir koku ve tüm tanımlarından, duruşundan, tarihinden sıyrılan şampiyonluk maçı...

Yere düşüyorum. Türk polisi dediğiniz üniformalı kurşun sıkıyor havaya. Bana isabet eden biber gazı...
Sonra hastanede açıyorum gözlerimi. Uyandığımda hala ağlıyorum.

İlk kez şampiyonluğu kaybetmiyoruz, ama ben ilk kez ülkeme olan sevgimi kaybediyorum. 


3 Temmuz'dan acı mı derseniz, elbette değil.
Önceden kurgulanmış şampiyonluklar acıttı mı diye sorarsanız, asla.
Ben hala, her gün 3 Temmuz 2011 Pazarının sabahına uyanırken, canımı feda etsem çok mu Fener yolunda?

Bunları yazdıktan az bir vakit sonra hastaneden çıkıyorum. Saat sabah üçe geliyor. Üzerimde hala Çubuklu formam var. Biraz tozlanmış, ama bir şey olmaz. Buradan çıkıp gittiğimde başım dimdik oluyor yine. Senin de öyle olsun Fenerbahçeli! Biz ne şampiyonluklar gördü varsın bu da gitsin. Onurumuza, rengimize ve sevdamıza zarar gelmesin yeter.

Zaten o malum günden bu yana, hangi sevincimizi dolu dolu yaşayabildik ki?
Deplasmandan defalarca galibiyetlerle dönen takımımızı karşılarken, kimin aklında başkanımız yoktu ki?

Çok zor günlerden geçtik. Adım adım zafere koştuk, pes etmeden, yılmadan, daima savaşmaya devam ettik.
Düştüğümüz de oldu üstelik. Saha içinde 30 milyonun dizine dikiş atıldığı, 20 milyonun ayağına kramp girerken, geri kalan 10 milyonun onları tedavi ettiği de oldu.


Gözlerimizi sislerle kapattıklarında dahi, karanlığın ardındaki ışığı, doğan güneşi görebildik.

Sazlı sözlü karşılamalar, halaylar türküler, kupalar şampiyonluklar değildi beklediğimiz. Bize şimdi şuanda Başkanımızı verseler, hepsinden daha değerli aslında...

Ne diyorsuk?

"Bazen hüzün vardır, bazen mutluluk. Fener sevgisinin adı konamaz! Ne kupa büyüklüğü ne şampiyonluk..."

16 Nisan 2012 Pazartesi

Fenerbahçe Sensin!




Kiminin 1907’de başladı aşkı, Siyah Çoraplılar ile yeniden doğdu bir kısmı, aslında çoğu da milenyum başlangıçlıydı.

Fenerbahçe Spor Kulübü kurulduğunda, gökyüzü halka verilmişti. Uçurtma onların elindeydi. Ya onu iplerinden yaratıp bir dünya kulübüne çevirecek ya da gökyüzünü karalara bırakacaktı.
Savaşmayı seçti halk. Bir kulüp doğurmayı ve doğurduğu bu kulübe sahip çıkmayı seçti. Tüm bu sebeplerden Fenerbahçe halkın takımıdır.

Aslında şimdi durum çok da farklı sayılmaz. Belki devlet değil, ama halk hala Fenerbahçe. Zaten ne zaman bir güce ihtiyacın olsa devleti değil, halkı ararsın yanında.
Halk verir oyunu, halk dolar ipi boynuna, isyanı halk eder, savaşta barışta halk hep vardır.

Şimdi sen halksın, Fenerbahçe’sin yani.

Zeminden ısıtmalı dev binalar, bozulmayan çim sahalar, tribündeki koltuklar, formaların satıldığı mağazalar değil, Fenerbahçe sensin! Taraftar sensin. İnanan, her zorluğa dayanan, güvenen, bildiğinin ardında durup bilmediğini araştıran, savunan sensin.

Giden futbolcunun ardından bakan da, yenilerini aynı yerde karşılayan da sensin.

Kalesin sen. Yıkılmayan son kale üstelik… Potasın, filesin, ringsin, yelkensin. Fenerbahçe sensin!


Dışarıda Semih’sin sen, bir taraftarsın. Formayı üzerine giyip, armayı tam kalbine koyduğunda Semih Şentürk’sün.

“1 Volkan Demirel”sin o forma altında. Saha kenarında bir taraftar, kulübede saç baş yolan bir kaptansın.

Formayı giydiğinde bir futbolcu, bir voleybolcu, bir basketçisin. Damarların kalbine kan pompaladığında bir taraftarsın sen de bizim gibi. Fenerbahçe sensin!

Kuruluşunda sen yoktun belki, ilk adımlarını görmedin. Ama geleceğe dair yeminler eden yine sendin. Aldığı her nefesi kulübüyle paylaşan, sırf sahaya çıkan o 11 dev yürek biraz daha motive olsun diye canını ortaya koyan, 11 çubuklunun yanındaki Kocaman adamsın. Fenerbahçe sensin!

Yağmurda çamurda, sıcağın en yoğununda, takımını yalnız bırakmayansın sen.

Siyahların ötesinde yatan devlet büyükleri için bile yerinden kıpırdamayanlara, başkanını destekleyerek örnek olansın. Bayrağı gururla sallayıp, atkıyı omzundan düşürmeyensin. Fenerbahçe sensin!

Gücünü göster 12 Numara! 
Düşmanlarının farkına var! Bir değil bin tane olsalar, topla tüfekle gelseler, yeri yerinden oynatsalar da yıkamayacaklar.
Gücünün farkında ol 12 Numara!

Aylardır içeride olansın sen, demir parmaklıklar ardında yatan, Aziz adamsın. Değil sahaya adım atmadan gönderilen futbolcular, başkanının yanında olmaması bile yıkmadı seni. Yıkamaz hiçbir güç. Çünkü sen Fenerbahçe’sin!

Yıkılmayan son kale, aşılamayan tek engel sensin. Soğuk binalar, gizli hesaplaşmalar, yazılı iddianameler değil. Fenerbahçe sensin!

2 Nisan 2012 Pazartesi

Baş, Gövde, Bacak




Bir Trabzonspor maçı, Fenerbahçe için en fazla ne kadar zor olabilir?

Bundan bilmem kaç ay öncesinde çıkan, yer yer haklılığını kanıtlayan bir karar doğrultusunda, eğer sen gittiğin deplasmanlara, adı “derbi” olmasa bile taraftarını götüremiyorsan, zor olur elbet.

Zor olur, çünkü tribünde taraftar adını taşıyan kimseyi göremezsin. Söz konusu rakip takım olsa dahi.

Eğer bir yerlerde hata varsa, bu hatanın başını tribün kültürü oluşmamış insanların tribünlere alınması çekiyordur. Futbolu sevmek futbolu bilmek değildir. Ve sen, kendi takımının zarar görmesini göze alarak birtakım eylemlerde bulunuyorsan, bir katilsindir. Futbol katili, futbol teröristi ya da.

Diyelim şimdi can almadı sahaya atılan bıçaklar.

Peki ya sonra?

Bunun bir garantisi var mı?

Benim futbolcumun, sahada oyununu oynarken bir kendini bilmez yüzünden ölmeyeceğinin bir garantisi var mı?
 
Neye göre güveneceğim, nasıl gözüm arkada kalmadan takımımı sizlere emanet edeceğim?

Böyledir işte sizin futbol bilginiz, yemininiz, kültürünüz.

Böyle oyunlar, böyle skorlar hak ettiğiniz.

Türkiye’de ne futbol oynanır ne tribüne destek verilir.

Kadınların tribüne girmesiyle değil, can alma hırsıyla tribüne girenlerin oradan çıkarılmasıyla biter ancak bu şiddet.

Biz size gol atamazsınız demedik, profesyonel olamazsınız dedik. Olsa olsa beyaz atletten, çakıdan ve pet şişesinden futbol olursunuz.


9 Mart 2012 Cuma

Q7 Hangi Takımlı?


Eğer daha insaflı olmaya karar vermeseydim, fazlasıyla şiddet içeren satırlar görecektiniz burada.

Futbolun bambaşka bir şey olduğunu oturup yeniden ve uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ününü kazanmış birtakım adamların da neden bekleneni veremediklerini biliyorsunuz.

İşte o adamlardan biri de Quaresma. Normalde olsa, zerre kadar umursamayacağım performansı, dün akşam beni delirtti.

Yahu bir insan nasıl bu kadar isteksiz olabilir?

Tam da bu soruyu, A.Madrid maçını izlerken düşündüm. Sevmediği bir takımda ve sevmediği insanlarla olsa bile, futbolu seviyorsa bir adam, top ayağına değdiği anda unutur tüm dertlerini. Futbol oynamadım o hissin ne olduğunu bilmiyorum.

Ama ben bile maç izlerken tüm dert ve sıkıntılarımdan arınıp, kendimi sadece o doksan dakika yaşıyormuş gibi hissediyorsam, benim izlediğim adamların da benzeri şeylerle dolu olması lazım.

Bir Türk takımına transfer olduğun, o formayı giydiğin ve her renkten yüce taraftarla buluştuğun andan itibaren, bambaşka bir çekim gücüyle, zaten o takımın taraftarı oluyorsun.

Eğer Beşiktaş’ın çok sevgili Quaresma’sı hala Beşiktaşlı olamadıysa, yazık onun o formayı taşıyan haline.
Bir tek o mu kötüydü maçta diyeceksiniz, elbette durum yalnızca Q7’den ibaret değil.

Veli’ye kızayım diyorum ama itiraf edeyim, kızmak pek de içimden gelmiyor. Yaptığı hatalar affedilir gibi değil. Ancak görev bölgesi dahilinde bulunmayan bir alanda, yapabileceğini yaptı aslında.

Yergiyi bir kenara bırakırsak, Madrid’in 21’lik golcüsünden 19’luk kalecisine kadar herkes hak etmişti bu galibiyeti. Fazlasını hatta.

Bir de güzeller güzeli golünü attıktan sonra tereddüt etmeden maça devam eden, hiçbir sevinç gösterisinde bulunmayan Simao’yu ayrıca alkışlamak istiyorum. Yıllarını verdiği takıma gol atmak zorunda olmak, attığı için sevineceği anlamını elbette taşımıyor. Görevini yapıp, içindeki renge olan saygısını bir kez daha gösterdi Simao. Gereken de buydu aslında.

Unutmadan; hayatında ilk kez UEFA’da gol atıyormuşçasına, deliler gibi sevinen A.Madrid teknik adamına nasıl sövdüğümü de itiraf etmeden geçemeyeceğim.

Şimdilik Karakartal, Madrid’de uçuş seferlerini iptal etti!

4 Mart 2012 Pazar

Şike Yaptım



Açık itirafımdır buradan herkese, şikeyi ben yaptım.

2010-11 sezonunun ilk yarısında ve her maçta, an be an çöküşü yaşadım. İçim acıdı, içimi yine Fener acıttı. Sonra vakit geldi ikinci yarıya ve her şey, adım adım renk değiştirmeye başladı.

Sebebi bendim bu değişimin, şikeyi ben yapmıştım.

Gaziantep maçıydı.

Muazzam bir oyun golle sonuçlanmadığında ne olur bilirsiniz. İnanamazsınız gol olmadığına, lanet edersiniz belki de şanssızlığınıza. Ama beklenen gol gelmez olur.

Şampiyonluğa giden son maçlar tehlikelidir. Antep maçında, o tehlikeyi tribünde yaşadım ben.

Dakika doksandı, uzatma yeni verilmişti. Migros Üst’ten Stoch takıldı gözüme. Bana göre asırlar süren bir vakit Stoch’a baktım. “Yaparsın be oğlum” dedim. Yapamadı. Sonra dayanamadım, şike yaptım. Farkında olmadan ağlıyordum. Gözlerimi kapattım, “Geleceğimi al ama bu maçı bize ver” dedim. Bir dakika geçti ya da geçmedi; tamı tamına 90+4’te Andre haykırdı. Goldü. Yanımda kim olduğunu hatırlamıyorum. Ağlayıp bağırıyordum sadece. Bir de sarılıyordum adını bile bilmediğim, sevdamızın bir olduğu tribün kardeşlerime.

Sonra vakit geldi Bucaspor maçına. Maç öncesi takımdan bir arkadaşımla konuştum. “Buca kolaydır, alır gelirsiniz” dedim; çok güvendim en başından.

Bu kez her zamanki deplasman geleneğimden vazgeçip dışarıda izledim maçı. Goller oldu ilk yarı, ardı arkası kesilmeden geldi. Bucaspor atıyor, Bucaspor alıyordu. Avuçlarım acıyordu, biraz daha zorlasam kanayacaktı belki de.

Durup düşünecek vakit yoktu. Devre arasında oturduğum mekândan kalkıp eve gittim. Karar vermiştim işte, şike yapacaktım yine. Eve girdiğimde dakika altmıştı, babam inancını kaybetmemişti. Oturdum yine camın yanına, bu kez avuçlarımı değil, atkımı sıkıyordum. Tüm gücümle… Biliyordum işte alacaktık maçı. Ben bunları düşünürken gol olmuştu. Bir tane daha ardından. Yetmiyordu ama.

Ya yeterince bağırmıyordum ya da bağırmaktan artık sesim çıkmıyordu. Biraz nefes almamı söylüyordu babam, o inanıyordu, alacaktık bu maçı. Sahi, nefes nasıl alınıyordu? Ellerimin titremesine sebep olan gol Guiza’dan geldi. Bambaşka bir şikeyle daha, maçın alınmasını sağlamıştım. Uyuyamıyordum heyecandan, ellerim titriyordu hala; avuçlarım yanıyordu. Ne vakit sonra fark ettim, yeniden nefes alabiliyordum.

Öyle zor anlarda, öyle güzel kurtarışlar yapmıştım ki. Evet, artık emindim. Şampiyonluğu ben kazandırmıştım.

Tribünden sahaya ulaşan sesimle, akıttığım gözyaşlarımla, ettiğim dualarla, pankart hazırlamak için uykusuz geçirdiğim gecelerimle, maç dönüşü geçirdiğim hastalıklarla, hiç durmadan sayıkladığım ismi ve daha nicesiyle, şampiyonluk için en büyük şikeyi ben tribünde, ben evde, ben Fenerium’da, ben deplasmanda, ben Samandıra’da yaptım.

Şimdi bırakın Aziz başkanı bir kenara, gerçeğin farkına varın.

Asıl şikeyi 30 milyon taraftar, omuz omuza biz yaptık!


2 Mart 2012 Cuma

Güzel Adamlar

Sol kanattan koptun geldin ne güzel adamsın Stoch.


Hak edenindir dedim ya forma, çok yakışıyorsun o formaya be adam!


Golden sonra taraftara koşan adam candır.


Yerin yurdun hep "biz" olsun Stoch.


Birlik olmaktır Fenerbahçelilik.

Sarı ve Lacivertiyle, en güzel günlere inanmak, en güzel günlere omuz omuza yürümektir.


29 Şubat 2012 Çarşamba

Fetih Politikası



Sahalar dar geldiğinden beri farklı şeylerle ilgilenir olduk hepimiz.
Kimi taraftarıyla cebine kuvvet kazandırdı, kimi de takımına sadaka bırakırcasına ardına bakmadan kaçıp gitti.
Bir üst makam uğrunaydı üstelik bu kaçış.
Öyle bir haldeyiz ki, Milli takım futbolu bile uzun süre tartışılmıyor. Kadrosu ya da, yedekleri ve yeni Avcısı.
Bir garip hallerdeyiz futbol olarak, hem de hepimiz.
İyisi ya da kötüsüyle, birtakım fetih politikaları izliyoruz. Sonu nereye varır meçhul elbette.
Yine de bu garip hallerden kendini sıyırmaya çalışanlar var. Ya da sıyrıldığını düşünenler.
Üstelik düşünceleri, tam da geçmişi unutma yönünde.
Bırakalım, unutsun hepsi geçmiş senelerini.
Onlar unutsa da, taraftar unutmaz. Yediği altıları, beşikten çıkıp kalede gördüğü sekizleri, denizlerin kirliliğini unutmaz taraftar. Şimdi gülüp oynadığına, üst sıralarda top koşturuyor diye sessiz kaldığına bakmayın. Unutmadığı gibi, unutturmaz da.
Tüm bu sebeplerden dolayı tavsiyedir ki benden sizlere, yukarılara çok kaptırmayın kendinizi.
Bir yerleri fethetmeden fatih olamazsın çünkü. Olsa olsa, kimliğinde yazılı kalan bir isimdir o.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Halis Muhlis Kâhya



Maçta bir kahyaya değil, hakeme ihtiyacı vardır futbolun.

Nasıl futbolcular maça kendi renk ve taraflarını belli eden formalarla çıkıyorlarsa, bence artık hakemler de öyle çıkmalı.

Hoş, çıkmasalar da renklerini o doksan dakika içinde belli ediyorlar.

Kimisi çok renkli, “halis, öz renkli” hem de. Kimisi bir rengin çocuğu. Çoğu da tek rengin düşmanı.

Her hafta bir yeni derbi maçı yapıyor Fenerbahçe. Rakip takım değişmiyor elbette. Üzerinde hangi formanın, hangi renklerin olduğunun zerre kadar önemi yok. Maç öncesi poliste, maç esnasında hakemle, bir de rengini bilmeyen taraftarla, her hafta bir yeni derbi maçı…

Kazanıyor ya da kaybediyor, esasında işin bu kısmı da önem teşkil etmiyor.

Asıl önemli olan, top tutmanın sakal uzatmakla uzaktan yakından bir alakası olmadığı…

Ya da beyazlayan saçların, bir çeşit saha için mücadelesinin kanıtı anlamına gelmediği…

Yapmayın, etmeyin. Yazıktır bu taraftara, çektiğine, döktüğü gözyaşına yazıktır.

Bitmek tükenmek bilmeyen aşk, asla bir futbolcuya ait olamaz. Ne de bir teknik adama… Olsa olsa taraftarındır o aşk. Sefasında yanında olduğu gibi, cefasında da ardında duracaktır.

Ne yazık ki olması gerekeni sahada ya da düzelteyim, deplasman sahalarında uygulayamıyor Fenerbahçe. Asıl onur mücadelesi taraftarındır.

Karda kışta yollarına düşen, saatlerce kuyrukta bilet bekleyen, gecenin yarısına kadar adliye önlerinde bekleyen, deplasmanda yalnız bırakmayıp maça alınmayan, konumu bir olduğu halde şereften yoksun birtakım taraftardan küfür yiyen; ama tüm bunlara rağmen pes etmeden, her yerde Fenerbahçe için mücadele veren taraftara aittir bu onur. Arma taraftarındır. Renkler onların, mücadele, azim, inanç…

Sana yıllarını, yollarını vermiş taraftar için doksan dakika mücadele etmek zor gelmemeli sana. Gelse bile, bindiğin arabaların, kaldığın evlerin, yediğin yemeklerin hakkını öde!

Kusura bakmayın, alınıp darılmayın.

Bu sefer canınız sağ olsun demeyeceğim. Çünkü ben bunu dedikçe, siz kulübede oturan bir avuç “mücadeleci futbolcu” olarak kalıyorsunuz. Çünkü sebebi her neyse, “Kocaman gururumuzun sahibi” sizleri sahaya sürmüyor. İstemiyor belki de, çabuk pes ediyor. Ve bir şekilde, “Kocaman mücadelemizin mimarı” olamıyor.

Kendinize gelin beyler!

Adı her neyse, şikeyi “öz” be öz sahada yapan hakemlere, onların yandaşı rengi belirsiz rakip takımların taraftarına yenilmeyin.

Canımızdan can alıp, kendi canınıza ekleyin. Ama mücadeleyi bu yüce taraftara çok görmeyin!

Ek olarak şunu da bilmelidir o ya da bu takımın taraftarı: Düşmedi Fenerbahçe. Düşmeyecek! Sizin kirli sözleriniz bizi yıldırmayacak!



19 Şubat 2012 Pazar

Savcı Abi, Naber?




Aslında haberler bizde, sen de biliyorsun.

Abi dediğime de bakma. Saygıdan değil, yenmiş olmanın haklı gururundan abi diyorum sana. Hani tribünde, gol olduktan sonra hiç tanımadığın bir adama dönüp de, “nasıl koyduk be abi” dersin ya. İşte o tatta söylüyorum ben de sana.

Nasıl koyduk be savcı abi?

Bir stat, nasıl böylesine güzel kokabilir…

Saraçoğlu’na adım atmak, tüm dert ve kederlerini kapı dışında bırakmaya eş değer.

Evet, belki çok iyi oynamadık. Tribünde de olağanüstü değildik çoğuna göre.

Ama inanın, bunların zerre kadar bir önemi yok.

Dün öylesine farklı hislerle döndüm ki eve. İlk kez böylesine bir güç hissettim.

Dakikalarca, hatta saatlerce sevgisinin sınırını zorladım.

Bizim Fenerbahçe’ye olan sevgimiz ebedi Savcı abi.

Farkındasınız değil mi? Hiçbiriniz bu sevgiyi engelleyemiyorsunuz.
Engelleyemeyeceksiniz.

Adımıza ceza da, ödül de deseler oradaydık işte.

“Sen bizim Kocaman gururumuzsun” diye bağırırken nasıl gerçeksek, yediğimiz gollerden sonra ağlarken de o kadar gerçektik işte.

Kulaklarını da epey bir çınlattık tribünde.

Ben bu satırları yazarken, siz bambaşka hainlikler peşinde olabilir, planlar yapabilirsiniz. Birkaç gün sonrasına gözümüzü açtığımızda, olması imkânsız şeylerle karşılaşabiliriz.

Varsın olsun. Sizin yaptıklarınız bizi yıpratmaz.

Bizi ancak, sahada layığıyla oynamayan adam yıpratır, saç baş yoldurur.

Varsın yoldursun. Sonunda ölüm bile olsun hatta.

Galibiyetleri için sevmediğimiz gibi, mağlubiyetlerinde de sevmekten vazgeçmeyeceğiz.

Böylesine güzel ve böylesine birbirine bağlı bir taraftara sahip olduğu için belki de dünyanın en özel takımıdır Fenerbahçe.

Bizlerin de en büyük şansıdır Fenerbahçeli olmamız.

Ne diyordum? Sana selam olsun savcı abi, biz şike şike yolumuza devam ediyoruz!

14 Şubat 2012 Salı

Sevgililer Günü

Sevgililer günümüz kutlu olsun sevgilim, Fenerbahçem..

Bugün senin için, sana gelebilmek için aldık biletlerimizi, hazırladık pankartlarımızı..

Sana gelemezsem, bil ki ölmüşüm ben.

9 Şubat 2012 Perşembe

Maraton D Blok!

18 Şubat Cumartesi günü Fenerbahçe - Sivasspor arasında oynanacak maç için görev sırası Dişi Kanaryalar'da!

Önceden de söylediğim gibi, gücümüzü gösterme zamanı!

Pankarta meyilli ve fanatik ruhlu Dişi Kanaryalar olarak Maraton D Blokta toplanacağız. Günün anlam ve önemi için pankart hazırlayacağız.
Tüm bu güzellikler içinde olmak isteyen Dişi Kanaryalar lütfen iletişime geçsinler.

Birbirimize ihtiyacımız var!

Haydi Dişi Kanaryalar, göreve!

7 Şubat 2012 Salı

Nöbet Değişimi



Kadınların tribünde olmasını bir çeşit ceza olarak gören TFF ve diğerlerine, bu kez gücümüzü göstermeliyiz..

18 Şubat Cumartesi günü Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda oynanacak olan Fenerbahçe - Sivasspor maçında görevdeyiz Fenerbahçe'nin hatunları!

Bu kez birleşelim, birlik olalım, hazırlanalım.
Ve daha güçlü çıkalım tribüne..
Cezayı, bir çeşit ödüle dönüştürelim.

Okuyan okumayana duyursun, hep birlikte 18 Şubat günü tribünde olalım!

Birlik olmak için iletişim: arzubicakci@hotmail.com

Zaman, gücümüzü gösterme zamanı!

6 Şubat 2012 Pazartesi

Ağlatan Sow



“Seninle ölmeye geldik” diyor ya hani Beşiktaş taraftarı. Derbiden sonra ölsünler zaten; ölmüşlerdir ya da. Çoğu kahrından ve bir kısmı da hazımsızlıktan.

Bazı tezahüratlar gerçek olsun diye yazılmıştır. Mesela, “Fenerbahçe düşmanlarını yeneceğiz” diyoruz. Yeniyoruz da. Sadece sahada değil. Filede, potada, ringde, kürekte… Bir bir yeniyoruz Fenerbahçe düşmanlarını.

Akşamki maç mı? Onun için söyleyecek çok fazla şeyim yok. Maçı anlatmaktansa, tribünü anlatmayı tercih ederim. Karmaşa içindeki güzelliği, hasreti dile getirmek gerek.

Taraftar grupları arasında, bir çeşit anlaşmaydı aslında. En başında, konuşulduğunda öyleydi sadece. Konuşulanları hayata geçirmek konusunda sıkıntı yaşandığı kesin.  Felakete döndü sonra, büyüyen alevlere ve atılan pet şişelere… Belki de takım sevgisinden evvel, taraftarlığını sorgulamalı insan. Takımına katkı sağlayıp sağlayamadığını bilmeli. Öylesi daha bilinçli ve tabii daha güvenli.

Her şeye rağmen iyiydi tribün. Olmaması gerekenler, ‘olmamasına’ rağmen olduruluyor zaten bir şekilde. Ona çok da dokunmamalı o yüzden. Tribün güzel, tribün kültür ve aşktır; uygulamada başarılı olana. Ruhunu orada bulmak gibi aslında. Takımın neredeyse, sen hep orada olacakmışsın gibi.

Tribünde sözün özü, Çarşı’dan bir Kanarya geçti. Öyle de çok hasar bıraktı ki. Yaraları nasıl sarılır, bilinmez.

Ayağında krampon ve üzerinde Çubukluyla, onlarca adam gördüm ben Saraçoğlu’nda. Nice ilk maçlara tanık oldum, bazen dile geçmemiş sonlara.

Ne Carlos’un ilk golü ne Guiza’nın geç kalmış oku ne de Alex’in röveşatası böylesine ağlattı beni. Bir Sow vardı ki dün sahada, 90+2’de gelen golle boğazımdaki düğümleri gözlerimdeki yaşa çevirdi.

Aslına bakarsanız, Sow’un iki tarafı da ağlattığı kesin. Siyah-beyazı üzüntüden, Sarı ve Laciverti sevinçten.

Defansta Yobo, golde Yobo, preste ve orta yuvarlakta Yobo. Çok iyisin ama bir Tota olamazsın.



6 Ocak 2012 Cuma

Güzel Planlar Ülkesi




Siz, uzun zaman “sevdiğinden” ayrı kalmanın ne demek olduğunu biliyor musunuz?
Ben biliyorum.

Birtakım sağlık sorunlarım sonucunda, bir seneye yakın Saraçoğlu’na uzak düştüğümde anladım. Sevdiğinden ayrı kalmanın acısını, kokusunu içine çekmek istediğin halde, sırf önünde engeller var diye havasız kalmanın ne demek olduğunu öğrendim.

Her engel aşılabilirdi elbet. Her suçlama, her iddia çürütülebilir.
Nefesi yetmediğinde, hiç çekinmeden kendi nefesini verdiğin takımına ulaşmanın bir başka yolu bile bulunabilirdi.
Lakin bir tahammül sınırı mevcuttu her birimizde ve o sınır çoktan aşılmıştı…

Takımları oluşturan bireyleri “kişisel” olarak kaleme almak çok da sevdiğim bir şey değildir aslında. Ancak bu kez durum tüm hassasiyetiyle karşımızda durmuş, bir başkaldırı bekliyordu. Değil yazmak, günlerce anlatmak bile kalın mermerlerle örülü beyinlere çözüm olmayacak elbet. Ama yazmalı yine de, gün olduğunda sevimsiz suretlerine vurmalı…

Ülkece, içimizden geleni yaşayacak kadar cesur olmadık hiçbir zaman. Elimizde değildi çoğunlukla ve seçme hakkımız, kapalı birtakım sandıklarla sınırlıydı; doğrusu meçhul sandıklarla. Böyle bir ülkede sevmeyi öğrendik biz.

Tarihi yüz yılı aşmış, taraftar sayısı ülkeden taşmış renkleri sevdik evvela. O renkler için savaşmayı ardından. Boynumuza doladığımız atkıları silah görüp, dilden dökülenleri delil yaptılar. Çubukların ardı değildi bu kez yatılacak yer. Omzunda silah, dilinde küfür ve kalbinde nefretle dağlar ardında hükümsüz gezenleri bile almaya cesaret edemedikleri bir yerdi…

 Zicolu dönemde uzaktan uzağa tanıyıp “kulüp içinde taraftarlığına” hayran olduğum; ardından, ne vakit sonra kişisel olarak tanıyıp onurunu, düzgün duruşunu, bitmek tükenmek bilmeyen takım sevgisini öğrendiğim adam ve ona koyulan akıl almaz yasak için yazıyorum bu satırları.

“Tercüman” deyip geçeriz çoğu zaman ve bunun, bir dil çevirinden ibaret olduğunu düşünürüz. Bu durum başka takımlar için doğrudur, ancak söz konusu Fenerbahçe ise her şey değişir. Değil bir tercüman, 14 yaşında ve top toplayıcısı olan Ali de, en az bir teknik kişi kadar kıymetlidir gözümüzde.
Bu yüzdendir ki daha en daha başında demiştim, “Alex’in, Aykut’un olduğu kadar Umut Köse’nin, Samet Güzel’in, Hasan Çetinkaya’nın da şampiyonluğudur bu.” diye.

Şampiyonluğu almaya çalıştılar, başaramadılar. Direncimize el koymaya çalıştılar ardından, inancımıza… Yapamadı, başarılı olmadı hiçbiri. Şimdilerde ise sesimizi, bizim en “güzel” yanımızı almaya çalışıyorlar. Varsın denesinler.

Evet, belki Samet olsaydı Alex maçtan çıkmayacaktı.

Belki Umut tek başına mücadele etmek zorunda kalmayacaktı.

Belki de gözden kaçırdığımız bambaşka hatalar olmayacaktı.

Varsın olsun.

Üzerimizdeki hedefleri büyüsün günden güne. Samet yoksa şimdilik, Umut hala var. Umutları çoğaldıkça, hayal kırıklıkları artacak sarı ve laciverte düşman renklerin.

Güzel planlar ülkesinde, içi geçmiş demokrasilerdeyiz. Bırakın ellerinden geleni yapsınlar. Sevdiğinden ayrı kalanların hesap ödeteceği günler yakındır.
Biz sizden, siz bizden emin oldukça planları zaten ellerinde patlayacak.

Dilde tükenmiyor şimdilerde, en çok ihtiyacımızın olduğu vakitlerde:
“Çocuklar inanın, inanın çocuklar. ‘Güzel’ günler göreceğiz, güneşli günler!”

Bu yüzdendir ki, tam da bu vakitlerde kenetlenmek hepimiz için zaruri. Şimdiye kadar siz bizlere tercüman oldunuz. Zaman, içinizdeki taraftarı güçlendirme zamanı. Kötü günler gelip geçici, baki olan bizim yıkılmaz birliğimizdir.

‘Güzel’ günler için, ‘Umut’umuzu ve inancımızı asla kaybetmeyelim!

Dipnot: Ben yazımı yayımladıktan yalnızca iki dakika sonra yasak kalktı! :)

6 Aralık 2011 Salı

Hesap Lütfen!



Yarın büyük gün, birçoğumuz için.

Derbi var. “Dünyanın gözü” üzerimizde değil elbet, büyütmeyelim. Homojen bir El Clasico belki, ama sözcük manası tam olarak bu da değil.

“Ezeli rakip ebedi dost” dediğimiz o iki takım var ya hani; biri “şikenin” batağında, diğeri “temizliğin” bahar kokusunda… İşte onların, yasak derbisi var yarın. Bir hafta içi derbisi üstelik. Kulağa ne kadar alışılmadık geliyor, değil mi?

Tartışılması, sorgulanması ve yasaklanması gereken öyle çok şey varken, hepimiz futbolla bozmuşuz kafayı. Yemeyip içmeyip yasaklar koydunuz önce taraftara. “Hafta içi derbi mi olur?” sorusunu sormamıza bile fırsat vermeden kararlar aldınız. Kısacası ne mi bu işin? Sizin yazdığınız defterlerin tarihine uygun şartlarda, yani sizin düzeninizde bir lig. “Birlik” demiyorum bakın, diyemiyorum. Bir lig sadece bu. Başı sonu belli olmayan, gideceği adresin düzenin adamlarında saklı olduğu bir lig üstelik.

Mahallede bir hırsız vardır, bilirsiniz onun neler çaldığını ve çalacağını; garantide değildir hayatınız. Bu yüzden ne yaparsınız? Onu mahalleden bir şekilde uzaklaştırırsınız. Peki, madem sizin gözünüzde ve “kanıtlarınızda” Fenerbahçe şike yapmış, öyleyse neden hala ligde? Tertemiz liginizi ardı arkası kesilmeyecek şikelerle dolduracağından korkmuyor musunuz? A yoksa “ne kadar kalırsa kardır” gözüyle mi bakıyorsunuz bu işe?

İnanmam. Siz ki, “haksız ekonomik kazancın” karşısında duran, ekmeğini hakkıyla yiyen, dimdik ve gururlu adamlarsınız.

Bu, Fenerbahçe’nin “başsız” geçireceği ikinci derbi. Şehit annesine gösteremediğiniz “haksızlığa karşı çıkan” yanınızı, rakip takımlara gösteriyorsunuz her seferinde. Zaten askerimi öldüren de “rakip takım” olmuyor mu?
Bu adam tam yedi aydır taraftar yüzü görmedi. Tribünlerde tek bir boş koltuğun olmadığını bilmiyor. Ocağında yemeğini, beşikte bebeği bırakıp stada koşan kadınları tanımadı. Gözyaşıyla bölünen konuşmaları, gece yarısı kaçan uykuları bilmedi. Bu taraftarın coşkusunu, inancını ve günden güne büyüyen sevgisini tam yedi aydır görmedi!

Herkesin yalnızca tezahürat sandığı sözleri hayata uyguladı Fenerbahçe taraftarı. Korkmadı kimseden. Yılmadı, yitirmedi inancını.

Olaya bu açıdan baktığımızda yarın Galatasaray için önemli bir gün, evet. Geçtiğimiz yıllarda sadece Fenerbahçeli futbolcular ile oynuyordu maçlarını. Şimdi işi çok daha zor. Artık Fenerbahçe ile oynayacak. Ve bu adam, artık Fenerbahçeli değil, milyonların Fenerbahçe olduğunu da bilmiyor.

Ve sizin, tüm bu yaşananlardan sonra Fenerbahçe’nin gözünden akan her damla yaş için verecek hesabınız var!

Ama o zaman yalnız kalacaksınız muhtemelen. Yandaşlarınız olmayacak yanınızda. Bitti sandığınızda asıl görev başlayacak. Arma’ya leke sürmek isteyen her canlının, canını almak için savaşacak Fenerbahçe; öğreneceksiniz!

Yarın büyük gün, birçoğumuz için. Benim için sadece bileğimdeki Galatasaray-Fenerbahçe derbisinden kalma izin derinleşeceği bir gün. Susacağım, hesap gününün geleceğine olan inancımı tetikleyeceğim bir gün, o kadar.

4 Kasım 2011 Cuma

MHK 2 – 0 Fenerbahçe

Skor şimdilik böyle, evet. Hem de tam anlamıyla, haksızlıkların ve iç çekişmelerinin ortasında oynanan bir maçın ardından gelen deplasman skoru bu Fenerbahçe’nin. Sakın Sivassporlu futbolcular yanlış anlamasın. Akşamki maçta bariz üstünlükleri vardı, ona diyecek zerre kadar lafım yok zaten. Sadece güzel futbollarını tebrik ederim, dilimden de bir tek bu gelebilir…

Öyle zor bir dönemden geçiyor ki Fenerbahçe… Siz bitti, toparlandılar sansanız, dışta bu kimselere belli edilmese dahi o zor dönemlerin üzeri tozlanmadı hala. Geçen her gün boğazda bir yeni düğüm oluştururken, içte yaşanan çalkantıların dışa, futbola ve özellikle taraftara yansıtılmaması için büyük çaba sarf ediliyor.
Duymuşsunuzdur belki, duymadıysanız da ben söyleyeyim. Son birkaç gündür aynı şeyler yazılıp çiziliyor: “Fenerbahçe Bank Asya’ya düşürülecek.” Bu konu hakkındaki tüm düşünce ve yorumlarımı zaten biliyorsunuz, uzunca tekrarlamak istemiyorum şimdi. Asıl anlatmak istediğim, Temmuz başında ortaya çıkan bu “zorlu dönemin” henüz bitiş düdüğü çalınmadı. Müsabaka ne zaman biter, inanın bilmiyorum. Ya da biter mi, bu “haksız” karalama bir son bulur mu, hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim, Fenerbahçe’nin her geçen gün birbirine daha çok bağlandığı. Önüne eklenen sayısız sıfata rağmen, sadece rengine ve armasına gönül vermiş taraftarın, gittikçe katlanan sevgisinin büyüklüğü, hiç ama hiç bitmeyecek. Lider Fenerbahçe, mağlup Fenerbahçe, namaglûp Fenerbahçe, şampiyon Fenerbahçe, Bank Asya’da Fenerbahçe… Bunların hiçbiri Fener sevgisinin ölçütü değildir, asla da olmayacaktır.

Tam 27 maçtır yenilgi yüzü görmeyen Fenerbahçe, son iki maçtır ağır darbeler sonucunda MHK karşısında çıktığı deplasman maçından 2-0 yenik ayrıldı. Varsın ayrılsın, seri de rekor da gitsin. Gerçi şundan eminim, bu yenilgi Fenerbahçe taraftarını biraz sıkmıştır. Zira yaklaşık bir yıldır “yenilginin” sözlük karşılığını unutmuşlardı. Ama yine de bu Fenerbahçe’ye hiçbir şey kaybettirmedi.

Neyse, ne diyordum? Verilen yanlış kararlar, zamanlamasız çalınan düdükler ya da çalınmayanlar, yersiz kartlar ve soluksuz cahilliklerin sonunda büyük bir Fenerbahçe düşmanı daha, en azından “kendi içinde” alt edildi. Nasıl mı? “sonucu ne olursa olsun” takımının arkasında duran taraftarın desteğiyle.

Şimdi ister Bank Asya’ya, ister zirveye…


 Bu arada, yukarıda gördüğünüz de bir ofsayt pozisyonu. Arada maçlara seçeceğin hakemlere bunun ne anlama geldiğinden bahset MHK. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...