23 Ocak 2012 Pazartesi

Saraçoğlu’nun Sesi




Sesinden güç aldığınız biri oldu mu hiç?

Sesini duyduğunuzda kendinizi daha iyi hissettiğiniz mesela, her zorluğa katlanabileceğinize olan inancınızın arttığı…

Sesler güçlüdür.

Sesler eskimez.

Sesler yenilmez.

An gelir, umudunuz yiter.

Bir ses vardır mesela, elinizden tutar.

Milli bayramlarda, eski bir kasetten gelen cızırtılar eşliğinde duyduğumuz o ses gibi.

“Türk milleti çalışkandır” diyen, yapamadıklarımızı ustaca yüzümüze vuran Atamızın sesi gibi…

Saraçoğlu’nun havasını soluduğum her an, bize bu imkânları yaratanlara şükrediyorum.

Ben gözlerimi kapayıp, taraftarı dinlerken, o sesleri duyuyorum.

Bir maç öncesinde yenilmiş olsa dahi, hiç gocunmadan tribüne çağrılan futbolcuların ayak seslerini.

Alkış, ıslık, tezahürat…

Sonra bir ses daha geliyor arkadan, bir marş bu kez. Şampiyonluk marşı.

Maç başlıyor.

Tezahüratlara karışıyor futbolcuların sesleri.

Dakikalar geçiyor ardından. Hiç bitmeyecek gibi geliyor. Yeniliyorsun belki de, beraberdesin ya da. Sen farkında olmadan yitiyor umudun. Köşene çekiliyorsun.

Sonra bir ses geliyor. Güç veriyor sana, inanç, sabır…

Hakkı Akkaya’nın Saraçoğlu’nda yankılanan sesini seviyorsun bu kez.

Gol anonsu yapıyor.

O anonsu sürdürdükçe, eşlik ediyorsun sen de.

Böylesine güçlü hissettiğin olmamıştı hiç…

Maç bittikten sonra, maçın adamının sesini duyuyorsun. Bir çeşit tercüme eşlik ediyor ona.

Sesler birbirini yüceltiyor.

Omuz omuza onlarca şampiyonluğun karşılandığı Saraçoğlu’nda, şampiyonluğa katkısı olan öyle çok adam var ki.

Birbirinden sarı ve birbirinden lacivert adamlar.

Seslerini seviyorsun evvela, ardından seslerindeki gücü.

Kayserispor maçında, Hakkı Akkaya’nın yaptığı “Küçükandonyadis” anonsu hala kulaklarımda mesela.

Bitmek bilmeyen De Souza anonsları bir de…

Siz sadece topu ağlarla buluşturan futbolcunun sesini duyuyorsunuz.

Bizlerse, bize ses olan, sahanın her adımında izi olan diğer Fenerbahçe emekçilerinin de sesini duyuyoruz.

Bize hep seslendiğin, “Teşekkürler 12 Numara” dediğin gibi, şimdi de bizler sana sesleniyoruz:

Teşekkürler Hakkı Akkaya! Sesin, sesimiz olduğu için.

Bugüne dek olduğu gibi, Hakkı’mızla, nice şampiyonluk anonslarına…


19 Ocak 2012 Perşembe

Real Madrid mi, Galatasaray mı?


Sizce hangisinin canı daha çok acıyordur?

Kaybetmek böylesine zor mudur ezeli rakibe?

Zordur tabii ya. Bin bir umut ve inançla çıktığın sahadan, yine aynı sonuçla ayrılmak, zordur elbet.

Aslında işin “can yanma” kısmına, eşit bile diyebiliriz.

Birbirlerini çok iyi anladıklarından eminim.

Tıpkı 90+5’te gol yiyen Manisa’yı, Gaziantepspor’un anlayacağı gibi. 90+4’te yemişti o da, unutmamalı!

“Derbinin favorisi olmaz” derler. Fakat biz biliriz, her debinin olduğu gibi her El Clasico’nun da bir favorisi vardır.

Aslında bu artık bir Barça klasiğidir.

Real Madrid’de sevilesi birkaç Türk’ün olduğu ve hatta o Türklerden birinin, 11de sahaya çıktığı doğrudur.

Ama bazen sevmeye engeller vardır.

Bastığı yeşil sahayı hak etmeyen, yeri tiyatro sahneleri olan bir Pepe mesela…

Sonra, renklerini sevmesen de ruhunu çok yakından hissettiğin Barça vardır, sevmelerin en güzeli.

Neyi merak ediyorum, biliyor musun?

Acaba maç sonlarında, Barçalılar kendi aralarında “koyduk mu” diyorlar mıdır?

Onlar diyor mu bilmiyorum ama ben olsam derdim.

Maç sonu tribünden iner, en Katalancasından haykırırdım:

“Koyduk mu?”

18 Ocak 2012 Çarşamba

Blogtivi

Her Çarşamba saat 15.15'te Sportivi ekranların canlı yayınlanan "Blogtivi" 
programının bu haftaki konukları Bıyıksızlar! 
İzleyin, yorumları bizlerle paylaşın!

17 Ocak 2012 Salı

Üzgünüm Manisa

“Sahada Alex yoksa Fenerbahçe bir hiç” diyenler, dün akşamki maçı izlemişler mi acaba?

Tam anlamıyla Alman futbolu denir buna. Son dakikaya, hatta uzatmaya kadar maçı bırakmamak; bitiş düdüğüyle de istediğini almak…

İnanmak lazımmış meğer Caner’e. Futbolunun düzeleceğine ve hiç yılmadan saha içinde savaş vereceğine.
Öyle bir an geliyor ki, siz sadece sahada koşan adamları görüyorsunuz. Yapılan pas hatalarını sonra, kaçan golleri bir de ve ofsayda düşen forvetleri.

Bense bambaşka haller içinde görüyorum o adamları. Islanan formalarını, çoğunun alnındaki teri, Baroni’nin gözlerinde birikmiş inancı, Stoch’un kendinden emin oluşunu ve sahada olmayan o iki 10 numaranın bizi izlediğini görüyorum.

Dakikalarca koşuyorsun. Saniyede bilmem kaç pas yapıyorsun. 55 dakikaya sığan, onlarca şut çekiyorsun kaleye. Herkes bilip bilmeden konuşuyor. Rakip takım tribünleri, ayna karşısına bir kez bile geçmeden, senin aleyhinde tezahüratlar yapıyor. Sonra bir an geliyor, onlarca şutun arasından Caner’in şutu sıyrılıyor ve rakip takım susuyor.

Söz konusu Fenerbahçe ise, mücadele burada bitmez elbet.

 17 rakibe karşı direnmeye devam ediyorsun. 39 dakika geçiyor ardından. Söz dönüp dolaşıp Alex’ geliyor yine. Sonra biri çıkıyor ve 90+5’te, kaleyle birlikte 17 takıma daha gol atıyor; maç bitiyor.
Sararıp soluyor ardından tam 17 kelebek. Sevinçleri sığmıyor ömürlerine.

Alex büyük, Alex kaptan, Alex her şeyimiz; kabul ediyorum. Ama onun yokluğunda Fenerbahçe yıkılmıyor, artık siz de bunu kabul edin.

Bienvenu mü? Çok değil, onun da zamanı gelecek.
Vahşi batıda böyle tipler sağlam kalmaz yoksa.

Üzgünüm Manisa, yine başaramadın.

Şike Şike Yeniyoruz


Lefter’in vefatının ardından, omzunda bin bir yükle sahaya çıkan adamın koşması,

Dakikaların yetmeyip uzatmaların dar gelmesi,

Henüz 17’sine yeni girmiş bir çocuğun maçın adamı olması,

Aykut Kocaman’ın hiç çekinmeden, bir küçük Alex yetiştirmesi,

Hatta 90+5’te golün gelmesi;

Şikedir şike…

Tarlalar biçilmiş,
Ekinler yeşillenmiştir.
Ayşe tatile gitmiş bile olabilir.
Ama biz buradayız.

Bir çeşit yeşil paralar siyah çantalardan poşetlere taşınmış olabilir.

Bunun paralel olarak 17 takım rengini, onurunu ve adını satmış olabilir.

Bir gol ki mesela, 90+5’te geldiğinde, bayramların öyle ucuz olmadığını kanıtlamıştır.

Bizse Aykut’un 90+5’te ellerini havaya kaldırıp, Lefter’in ruhuna gönderdiği duaların şahidiyiz.

Caner’in ağlara topu göndermesi,

Ardından tribünlerin onu çağırması;

Şikedir şike…

“S” harfinin yazılamayacağı yerler vardır, yazılırsa uygunsuz düşer. Ama siz bilirsiniz.

“Ş” ile yazılır, bambaşka hallerde okunur:

Şike şike yendik hepinizi yine!

13 Ocak 2012 Cuma

Milyonlarca Eksiğiz Artık



En son sesim konuşmaya yetmediğinde, her cümlem hıçkırıkla bölündüğünde aylardan Temmuz’du.
Şimdi ise, kelimeleri bile toparlayamadığım bir vakitteyim…

Biliyor musun, ben seni hiç izlemedim. Gol attığına sevinemedim, çünkü sen gol attığında ben henüz doğmamıştım.

Futbolunu tanımadım ama senin adınla büyüdüm.

İlk sarı lacivert çubuklum, dedemden kalmaydı. Bir hayli de eskiydi aslında.

İlk formamda sana ait bir şey yoktu ama ruhun işlemişti bir kere çubukluya.

Gazeteden özenle kestiğim harflerle yazmıştım adını odamın duvarına. Okumayı beş yaşımda öğrendiğimde, duvarlara Fenerbahçe yazıyordum ben.

Sen bilmiyorsun ama seninle büyüdüm ben.

Maç günleri dedemin keyifle anlattığı o yüce adamlardandın sen de.

Hiç bıkmadan, usanmadan “dede, bir daha anlatsana!” dediğim çubukluydun.

Ne dinini bildim ben senin ne de yakıştıramadıkları milliyetçiliğini.

Siyah beyaz posterlerimde, seçemediğim yüzün kazınmıştı hafızama.

Seni ilk ve son görüşüm, 2011 kışına denk geliyor. Bir Şubat ayında, dizlerim titreyerek elini öptüğüm gün kazınmıştı ardından hafızama.

Küçükken heyecanlanma sebebimdin. Şimdi ise gözümden akan yaşın, kalbimi acıtan sızının sebebisin…

Ölüm soğuk, ölüm adil değil. Ve aslında hiçbir şey bu kadar kolay olamaz. Bilmiyorum. Bana kalırsa, hiçbir acı ölümü dindirecek kadar aciz değildir...

Ne kaybedilen bir şampiyonluğa benzer bunun acısı ne de seni bana sevdiren dedemin ölümüne.

Öylesine eksiğiz ki artık. Nasıl ayakta kalır, nasıl savaşırız…

Kimi düşünür de sıkı sıkıya tutunuruz şampiyonluğa. Kar, kış demeden kimi ziyaret ederiz? Niye gideyim ki ben artık Büyük Ada’ya? Adının yazdığı sokaklardan geçerken, kim engelleyebilir ki gözümden akan yaşı…
Şimdi sen de gittin, milyonlarca eksik kaldık. Hiçbir isim tamamlayamaz artık bizi. Yetersiz kalır sıfatlar, buz gibi heykeller.

Gel gitlerin arasında yeni bir yaşam kuracağız sensiz. Zor olacak, biliyorum. Acımız büyük. İnsana en çok koyan da bu oluyor. Bir yerde, birileri için hayatın kaldığı yerden devam etmesi.

Bizim için de edecek elbet. Ama sen boğazlarda düğüm, gözlerde yaş, kalplerde, tribünde ve sahada milyonlarca eksiğimiz olarak kalacaksın.

Canım acıyor Lefter.

Birazdan odama gideceğim.

Posterinin asılı olduğu duvara bakacağım uzun uzun, ölümlere sövüp, gidişine ağlayacağım.

Çubukluya sarılıp uyurum belki.

Tanrı’nın işine karışılmaz ama o defter hiç dolmayacaktı Lefter.

Gözümden akan, sana ulaşan yaşların tümü helaldir…

Büyük adamlar ölmez, sen de ölmeyeceksin Lefter.  Hep bizimle, hep çubukluyla kalacaksın…

Seni en güzel halinle hatırlayacağım şimdi. Dedemin anlattığı, en güzel gollerinle.

Konya Şekeri



Aylardır, hatta yıllardır söylüyoruz. Büyükten küçüğe, hepimizin diline pelesenk olmuş adeta: “Türkiye’de futbol bitmiş!”
Esasında Türkiye’de futboldan evvel, hakemlik bitmiş! 3 Temmuz’dan, 4 Temmuz’a geçmeyi başarabilirsek eğer, futbol düzelme gösterecektir. Lakin hakemlik için baya bir geriye gitmek gerekiyor; 1950’ler belki, 60’lar ya da...
Avrupa’da bilmem ne sıfatıyla maç yönetip, Türkiye’de pozisyon esnasında ofsaydı göremeyen aynı “adam”. Şimdilerde ise taç çizgisinin saha içi işlevini bilmeyen hakemler türedi. Ancak, karıştırmamak lazım! Bunların yalnızca sözlükteki karşılıkları hakem.

Konya'nın en güzel takımıyla, "şeker" gibi bir maç oldu...

Saha içinden evvel tribünlere, tribündeki çekirdekçilere seslenmek istiyorum. Eğer o soğukta, o saatte, o tribüne sadece oturup çekirdek yemek için geliyorsan, ben senin adamlığından da taraftarlığından da şüphe ederim. Böyle yapacaksan gelme! Otur evinde, dizini izle. Zira elindeki çekirdeğe bir tek o yakışır…

Maçtaysa bir Özgür çocuk vardı. Ne iyi oldu onun gelişi, o çubukluyu üzerine yeniden giyişi… Öyle güzel ki futbolu, onu izlerken, sanki hep Saraçoğlu’ndaymış gibi geliyor.

Bienvenu’ye maçtan önce ne yedirip içirdiğinizi bilmiyorum. Ama bunların ona iyi gelmediğinden eminim. Biraz daha sakin olup, maçlarda düşme alışkanlığından vazgeçmeli.

Bir de Mert Günok… Bana kalırsa o formayı üzerinde yeniden görmesi için uzun, çok uzun yılların geçmesi gerekli. Gençliğin ve acemiliğin ardına sığınmak onu kurtarmayacaktır.

Konya Torku Şekerspor’a gelecek olursam, maçın ilk yarısında defansıyla alkışı fazlasıyla aldı. Bir de Konya’dan uçup gelen Şahin vardı ki, onu, çubuklu forma altında görmeyi çok isterim. Ömer Ali Şahiner, ilk yarı performansıyla övgülerin en güzeli hak etti. Dikkat edin bu çocuğun futboluna, onu iyi izleyin. Çok değil, bir süre sonra adını en iyilerde göreceksiniz.

Cehennemdeki hiç kimse bizim günahlarımız için ölmedi. Bu yüzden de, ne sahadakilerin ne de demir parmaklık ardındakilerin yaptığı bir takım yanlışların cezasını, taraftar çekmekle yükümlü değil. Böyle söylediğime de bakmayın. Kızgınlıklar ve nefretler dilde kalıyor yalnızca, kalbe işlemiyor. Ne kadar kızarsak kızalım, bir yerden sonra o formayı taşıyan, öyle ya da böyle armayı bir yerlere getiren adama çok da sövemiyoruz. Bir takım taraftar bozmaları gibi 2-0’da yerip, 2-4’te övmüyoruz.

Bir Fenerbahçe’yiz, bizden çok “adam” çıkar. Sizden mi?
Sizden “çok renk” çıkar.

Maç sonunda dilimde kalan tek şey:
Sol kanattan koptun geldin, ne güzel adamsın Miroslav Stoch!

6 Ocak 2012 Cuma

Güzel Planlar Ülkesi




Siz, uzun zaman “sevdiğinden” ayrı kalmanın ne demek olduğunu biliyor musunuz?
Ben biliyorum.

Birtakım sağlık sorunlarım sonucunda, bir seneye yakın Saraçoğlu’na uzak düştüğümde anladım. Sevdiğinden ayrı kalmanın acısını, kokusunu içine çekmek istediğin halde, sırf önünde engeller var diye havasız kalmanın ne demek olduğunu öğrendim.

Her engel aşılabilirdi elbet. Her suçlama, her iddia çürütülebilir.
Nefesi yetmediğinde, hiç çekinmeden kendi nefesini verdiğin takımına ulaşmanın bir başka yolu bile bulunabilirdi.
Lakin bir tahammül sınırı mevcuttu her birimizde ve o sınır çoktan aşılmıştı…

Takımları oluşturan bireyleri “kişisel” olarak kaleme almak çok da sevdiğim bir şey değildir aslında. Ancak bu kez durum tüm hassasiyetiyle karşımızda durmuş, bir başkaldırı bekliyordu. Değil yazmak, günlerce anlatmak bile kalın mermerlerle örülü beyinlere çözüm olmayacak elbet. Ama yazmalı yine de, gün olduğunda sevimsiz suretlerine vurmalı…

Ülkece, içimizden geleni yaşayacak kadar cesur olmadık hiçbir zaman. Elimizde değildi çoğunlukla ve seçme hakkımız, kapalı birtakım sandıklarla sınırlıydı; doğrusu meçhul sandıklarla. Böyle bir ülkede sevmeyi öğrendik biz.

Tarihi yüz yılı aşmış, taraftar sayısı ülkeden taşmış renkleri sevdik evvela. O renkler için savaşmayı ardından. Boynumuza doladığımız atkıları silah görüp, dilden dökülenleri delil yaptılar. Çubukların ardı değildi bu kez yatılacak yer. Omzunda silah, dilinde küfür ve kalbinde nefretle dağlar ardında hükümsüz gezenleri bile almaya cesaret edemedikleri bir yerdi…

 Zicolu dönemde uzaktan uzağa tanıyıp “kulüp içinde taraftarlığına” hayran olduğum; ardından, ne vakit sonra kişisel olarak tanıyıp onurunu, düzgün duruşunu, bitmek tükenmek bilmeyen takım sevgisini öğrendiğim adam ve ona koyulan akıl almaz yasak için yazıyorum bu satırları.

“Tercüman” deyip geçeriz çoğu zaman ve bunun, bir dil çevirinden ibaret olduğunu düşünürüz. Bu durum başka takımlar için doğrudur, ancak söz konusu Fenerbahçe ise her şey değişir. Değil bir tercüman, 14 yaşında ve top toplayıcısı olan Ali de, en az bir teknik kişi kadar kıymetlidir gözümüzde.
Bu yüzdendir ki daha en daha başında demiştim, “Alex’in, Aykut’un olduğu kadar Umut Köse’nin, Samet Güzel’in, Hasan Çetinkaya’nın da şampiyonluğudur bu.” diye.

Şampiyonluğu almaya çalıştılar, başaramadılar. Direncimize el koymaya çalıştılar ardından, inancımıza… Yapamadı, başarılı olmadı hiçbiri. Şimdilerde ise sesimizi, bizim en “güzel” yanımızı almaya çalışıyorlar. Varsın denesinler.

Evet, belki Samet olsaydı Alex maçtan çıkmayacaktı.

Belki Umut tek başına mücadele etmek zorunda kalmayacaktı.

Belki de gözden kaçırdığımız bambaşka hatalar olmayacaktı.

Varsın olsun.

Üzerimizdeki hedefleri büyüsün günden güne. Samet yoksa şimdilik, Umut hala var. Umutları çoğaldıkça, hayal kırıklıkları artacak sarı ve laciverte düşman renklerin.

Güzel planlar ülkesinde, içi geçmiş demokrasilerdeyiz. Bırakın ellerinden geleni yapsınlar. Sevdiğinden ayrı kalanların hesap ödeteceği günler yakındır.
Biz sizden, siz bizden emin oldukça planları zaten ellerinde patlayacak.

Dilde tükenmiyor şimdilerde, en çok ihtiyacımızın olduğu vakitlerde:
“Çocuklar inanın, inanın çocuklar. ‘Güzel’ günler göreceğiz, güneşli günler!”

Bu yüzdendir ki, tam da bu vakitlerde kenetlenmek hepimiz için zaruri. Şimdiye kadar siz bizlere tercüman oldunuz. Zaman, içinizdeki taraftarı güçlendirme zamanı. Kötü günler gelip geçici, baki olan bizim yıkılmaz birliğimizdir.

‘Güzel’ günler için, ‘Umut’umuzu ve inancımızı asla kaybetmeyelim!

Dipnot: Ben yazımı yayımladıktan yalnızca iki dakika sonra yasak kalktı! :)

4 Ocak 2012 Çarşamba

Aykut'un Özer Mücadelesi



3 Temmuz'un ardına sığındığından beri, hangi maçından beklenen sonucu aldı Fenerbahçe?

Hiçbirinden.

“Neden bir şeylerin ardına sığınıyor?” derseniz, ona cevap çok. Bunları konuşma vakti çoktan geçti. Büyük adamların geçen sene gerçekleştiremedikleri hedefleri, bu sene yolunda gidiyor. Bu yüzdendir ki beraberliğe sıkılıp mağlubiyete üzülmeye gerek yok.

Ortada bir hata varsa, onu tek kişiye mal etmek yapılacak en büyük yanlıştır. Ki ortada bir hata olduğunu hepimiz biliyoruz zaten.

En başından beri mağlubiyetine de, galibiyetine de tek kelime etmedim. Hatta öyle ki, Galatasaray yenilgisini bile kabullendim. Ama artık hatalar diz boyunu aştı, tahammül sınırının doruklarına ulaştı.

Böylece anlamış olduk ki, “canım cicim, aman Kanaryam, yenilsen de 3 Temmuz'dan biliriz” laflarıyla olmuyor bu iş. Biz, hataları göz ardı edip yenilgileri kabullendikçe uslanmıyorlar. Hataları eleştirmeli, yanlışları söylemeliyiz ki, bir şekilde kendilerine gelsinler.

Türkiye'de herkes Ordulu, Antepli, Beşiktaşlı, Trabzonlu olduktan sonra, kaybetmek gibi bir lüksümüz yok. Yapılması gereken tek şey, herkesin kendi işine bakması. %90'ının siyasetçi olduğu bir ülkede imkânsızı istediğimin farkındayım.

Üst üste gelen hatalar yüzünden takımı dibe batıracak değilim.

Evet, hala güçlü Fenerbahçe.
Hala her şeyden çok sevdiğimiz.
Hala heybetinden sığdıramıyoruz yere göğe.
Ve hala, bir şeylerin mücadelesini veriyoruz.

Neyin mi?
Aykut hoca Özer'in.
MHK, üzerimize saldığı hakemleriyle dibe batırmanın.
Futbolcular, arkasındaki taraftarın desteğini tüketmenin mücadelesini veriyor.

Böyle bir ortamdan zafer beklemekse, sanırım bizim hatamız.
Taraftarı, “onurunu”, armanı ve takımını düşünmüyorsan, kazandıklarını düşün.
Aldığının, kazandığının hakkını vermeli insan…

“üzerlerindeki” yükü bir kenara bırakırsak, sorulacak tek bir soru var.
Ne oluyor Aykut hoca?




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...