29 Aralık 2011 Perşembe

Yiyin Efendiler!

Bir Tevfik Fikret vardı geçmişimizde, sözlerini hiç çekinmeden söyleyen. Bir de Fenerbahçe var günümüzde, yaşadıklarının altında ezilmeden isyan eden.

“Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtiıamı var, sürur-ı intikaamı var.”

Diyordu ya bir şiirinde şair, işte şimdi tam da bunu yaşıyoruz.
Spor terörü var ülkede. Futboldan, sporun tamamına yayılan bir terör…
Açların, evsiz barksızların, kulaktan dolma ve çuvaldan çıkma bilgi, iftira ve lekelemelerle birbirlerini doyurdukları bir terör bu üstelik.
Aylardır babasından, temiz havasından ve taraftarından ayrı kaldı insanlar.
Anlamadılar, anlamayacaklar.
Anlatmaya “bizim” gücümüz yeter de, anlatacak “insan” olmadıktan sonra, neye yarar?

Şimdi ise bir takım maddeler, yasalar, kurallar ve ihlallerle kafaları karıştırmaya çalışıyorlar.
Sanıyorlar ki desteğimizi durduracaklar.
Biz susacağız sanıyorlar, hasretle bekleyeceğiz kanunsuz kanunlarınız çıksın diye.

Yazmak başlı başına zorken, gülmece yazma hepsinden çok daha zordur. Madde madde gülmeceleri, iddianame diye ortaya koyan yazarımızı tanımış olduk. Dönemin en büyük artısı budur bizlere.
Daha da bitmedi üstelik devam ediyorlar yazıp çizmeye. Çizip karalamaya. Karalayıp aklamaya.
Bayılıyorlar oynamaya, oynadıklarını size yedirmeye.

“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”

Nasılsa sıranız gelecek.
Önce Bursaspor’u desteklediler.
Trabzonspor’u ardından.
Galatasaray’ı şimdilerde ise.
Yalanlarla besleyip, yalanlarla desteklediler. Sırası geldi, rengini bilmeyenlere haddini bildirdik.
Yiyin efendiler, nasılsa sizlerin de sırası gelecek!

Boşuna demiyoruz.
Biz tek, siz hepiniz.

28 Aralık 2011 Çarşamba

Çıkış Kapısı

Bir gün elinde bavulunla, çok sevdiğin bu şehri terk edeceksin.
Ağlayacaksın belki uzun uzun, düşüneceksin sonra. Saatlerce…
Saatler günlere çevirebilir kendini elbette. Gidişin öyle kolay olmayacak zira.
Bu şehre ait en çok neyi seviyorsun deseler, sarısını ve lacivertini dersin.
En çok da taraftarı özlersin. Kadıköy’ün coşkusunu bir de, armanın kalbinde bıraktığı derin izi sonra…
Gitmeyi çok da istemezsin, bilirim. Kadıköy’den çıkış yoktur elbet ama gidene çıkış kapısı bulmak zaruridir.
Futbolcusun en nihayetinde, onlarca takımın armasını taşımayı görev bilmişsin.
Ama hiçbiri, kalbini ısıtacak kadar derine işlemeyecek bir daha.
Kaybedip terk etmeler acıtmaz belki, ama başın yastıkla her buluştuğunda kelimelerin dizilişini şaşıracaksın.
Gitmelere gebe kalmalarınla, bir başka formaları terleteceksin muhtemelen.
Ama sevgin ilelebet tükenmeyecek, bileceğim.
Taraftarım en nihayetinde, üzülürüm ben.
Ağlarım belki de ardından uzun uzun. Kanayan yaralarımın merhemini kaybetmek zor olacak, sen de beni anlayacaksın.
Gözümden akan yaş, boğazımda tıkanan söz olacaksın.
Yeminimi omuzlarında taşımış bir efsane aynı zamanda. Bir devir…
İçinde “aşk” sözcüğü geçmeden anlatılabilecek tek aşktır Fenerbahçe, bileceksin.
Gittiğinde tükenmeyecek sevgin, eminim.

Aşk hiç biter mi?

Sabrediyorum İşte

Elinizin kaleme gitmediği oldu mu hiç? Anlatamadığınız hissettiklerinizi. Sırf bu sebepten sayfalarca sustuğunuz… Bahanelere başvurup, vakitsizliğe sığındığınız..

Ama gerçektir bu. Bazen kaleme gitmez el. Yol uzun gelir, engeller aşılmaz. Yokuşun başında beklemek, yokuşu çıkmaktan daha zordur. Ama nereden başlayacağını da iyi bilmeli…

Belki de Chelsea maçından sonra, unutamayacağım en önemli maçtı bu. Türkiye’nin rengini bilmeyen dörtte üçüne haddini bildirmek, öyle kolay değildi bu kez.
Hırs vardı sahada, nefret kramponlarda. Orta yuvarlakta belirsiz bir döngü..

Biz bizeydik bu kez. Biz kim miydik? İnanan, savaşan, güvenendik. Biz Fenerbahçe’ydik.

Bu ateşi üflemekle söndüremeyenler, paçalarının tutuşmasından korkuyordu. Çocukken çamura düşüp, çamura bulanan ellerden daha kirliydiler oysa. Beyazı da kirletmişlerdi kendileri gibi. “Aklanmak” demişlerdi adına. Utanmadan, ellerine temiz su bile değmeden üstelik. Sözlüklerde yazan ‘adalet’ yine sözlüklerde kalıyordu.

Bilmiyorlar ki ne vakit sonra “her yer” dar gelecek onlara. Bıyık altı gülüşmeleri sonlanacak. Dizlerde olması gereken kan gözleri kaplamışken, dostluk uzak kalıyordu “her yere”.

Trabzon maçını yazamadım, evet. Bir başka duygularla, bağıra bağıra gelen hıçkırıklarıma takıldı sözcüklerim. Anlatamadım hissettiklerimi…

Maç dönüşü içimde belli belirsiz huzur, gözlerimde yaş ve adımlarımda yağmurla tekrarlıyordum aynı şeyleri. Boynuma dolanmış atkımı tutuyordum sıkı sıkı. Güç alıyordum kendimce. Başım yastıkla buluştuğunda hıçkırıklarımdan kurtulan kelimeler gibiydi her şey…

Kitap da diyordu ya hani, “Allah sabredenlerle beraberdir”.

 Sabrediyorum işte…

15 Aralık 2011 Perşembe

Tribünden Sahaya Futbol

Güzel adamlar sahada oldukça güzeldir futbol. Sahayı besleyen tribünse bir artıdır çoğu zaman. Lakin sapla samanı karıştırmadaki ustalığımızı, tezahürat ile maçı karıştırmada da kullandığımızda bir eksiye döner kendileri.
Demek istediğim ne mi? Bir Avrupa maçında, adını dünyanın çeşitli liglerinde öyle ya da böyle duyurmuş milli futbolcuna küfür etmenin çirkinliği. Evet, tam olarak bundan bahsediyorum.

Futbol ne zaman mı izlenir?

Kramponuna tapılası Almeida her çalımında alkış aldığında,
Formanın hakkını vererek her pozisyona giren Pektemek golünü attığında,
İsmail’in saha içi dramını objektif yorumladığında,
Karşı takım kalecisini başarılı bulduğunda- ki bu aslında senin başarındır-,
Veli’nin yaptığı hatalara: “tecrübesiz, düzelir” diyebildiğinde,
“Başındaki” adama iyi ya da kötü sahip çıkabildiğinde izlenir futbol.

Ne zaman mı izlenmez?

Seninle fiilen alakası olmayan bir futbolcuya, “talihsiz” küfürler ettiğinde,
Avrupa’da başarıya koşarken, rakip takım futbolcusuna çakmak attığında,
“Aklan da gel” dediğin adam aklanmadığı halde, sadece o dört duvardan çıktı diye sahiplendiğinde,
Kendi başarına gölge düşürsen bile bir başka takıma laf attığında,
Saha içinde profesyonelliğe aykırı her adımında senin futbolun izlenmez Beşiktaş.

Ne zaman ki güzel adamlarını, kaliteli kadronu haddini bilmez bir avuç insandan soyutlarsın, o zaman tebrik edilir başarıların.

Avrupa’ya, Asya’ya, Amerika’ya… Nereye gidersen git, nerede başarılı olursan ol, üzerinde dalgalanan bayrağa ne zaman ihanet etmez, armanı taşıyan futbolcuyu küfürle beslemezsin, o zaman göklere çıkarsın Kartal.

Ki bu aynen Fenerbahçe, Galatasaray, Bursaspor ve diğerleri için de geçerli. Sizler kendi başarılarınızla anılmayı “başardığınızda” asıl şampiyonluğa ulaşmış olacaksınız.

Zaten futbol bir çeşit siyah çantalara taşınmışken, bir de tribün coşkusunu rezil etmeye hiç lüzum yok.

Biz ki aylardır aynı şeyleri söylüyor, birlik olup savaşmalıyız diyoruz. Ama kime, neye? Birbirine düşman olmuş, dağılmayı çoktan yaşamış “Türk” takımlarına… Değer mi? Asla.

Tezahüratlarla uyuyup uyanıyorum sayenizde. Dilimde benzer şeyler: “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler…”  Esasında pek ihtimal vermesem de…

10 Aralık 2011 Cumartesi

Bıyıksızlar Haberi!

Futbol Plus Dergisi Aralık ayı sayısında Bıyıksızlar söyleşisi var! E artık Bıyıksızlar'ı tanımayan, okumayan kalmasın dedik! Bir de "transferlik" hatunların şiddetle lazım olduğunu belirttik! Duyan gören olursa yönlendirsin diye! :)


"Kim demiş ki, “kadınlar futboldan anlamaz” diye? Futbola birde kadının penceresinden bakan ve Oğulcan Selçuk Akbulut’un önderliğinde kurulan “Biz Bıyıksızlar” hareketi “bıyıksızlar engellenemez “ sloganıyla çıktıkları yolda, futbolu bildikleri ve gördükleri kadar anlatmaya çalışıyor. Ofsaydı günümüz hakemlerinden daha iyi bilip, maç sonunda değil, pozisyon esnasında anlayan kadınlar bir araya geldi, “Futbol yalnız erkek işi değildir” dedi!"

9 Aralık 2011 Cuma

Hukuk Devleti

Fiilen hiç tanımadığınız birini özlediğiniz oldu mu? Benim oldu. Hep oluyor. Her gün özlüyorum.
Mustafa Kemal Atatürk’ü… Onun yarattığı Türkiye’yi, onun ayak bastığı şehirlerin havasını, bakışlarındaki keskinliği, sözlerindeki güveni ve sadakati. Yarattığı ve devleştirdiği hukuk devletini, öyle çok özlüyorum ki.
Uygulama konusunda belki sıfırız ama çok iyi “örnek” alırız ülkece. X ülkenin ileri teknolojisini örnek alır, çalışmalara başlarız. Sonra beceremez batırırız. Bir süreklilik halinde devam eder bu. Ekonomi, ticaret, ulaşım vs diye…
Sonra sıra neye mi gelir? Türkiye’nin bundan yaklaşık üç-dört sene öncesine kadar “tek yumruk” olmayı başarabildiği yegâne şeye, futbola gelir. Birilerini örnek aldığımızdan ya da uygulamada barısızlığa düştüğümüzden değil bu kez…
Kurulu birtakım düzenleri, yanlış yerden bozmaya başladığımız için. Ne mi olur? Çatırdar futbolun bel kemiği; milli takım. Öznelleşir ülkede futbol adına her şey. Basitleşir, kuru bir “şey” ile ifade edilir sayfa sayfa metinlerde…
Taraftar değil, yandaş olursun sonra. Kendi içinde bile ayrılırsın zamanla. “Çok seven”, sevenden üstün görmeye başlar kendini. Ardı arkası kesilmez bunun.
Sokaklarda, mahalle aralarında bir küçük pet şişesiyle futbol oynayamaz artık çocuklar. “Kaleye sen geç!” tartışmaları ile sonlanmaz günleri. Kırılmaz hiçbir berberin camı. Anneler terlemesinden korkmaz artık çocuklarının…
Türkiye’de futbol biterse, esnaf arası sohbetler sonlanır evvela. Arka sıralarda derbi sonları çekişmeler yaşanmaz bir daha. En başta da dediğim gibi, sen düzenlemeye yanlış yerden başlarsın ve kalplerdeki sıcaklık söner zamanla…
Adalete, polise, savcıya, hâkime, başkana güven yiter gider sonuç olarak.
Ne mi kalır elimizde? Bir çeşit özleme sarılır geçmiş. Heyecanlanmak istersek eski maçları izleriz belki. Bir alt lig daha çekişmeli olabilir pekâlâ. Tribün sözlüklerden silinir, başka “şeyler” doldurur yerini.
Evet, en iyi senaryom bu şimdilik. Hukuk devletimde, adalete olan inancımı yitirmeme çabalarımla, “başımda” olan yöneticilere güvenimi yitirme arasında gidip geliyor, kendimle, kendi içimde, kendime karşı savaşıyorum.
Herkes hayatını yaşıyor. Bense 3 Temmuz’dan beri sadece hayattayım.

8 Aralık 2011 Perşembe

Devletin Hayvanat Bahçesi



Tota olmadan, Galatasaray ile yapılan ilk derbiydi bu.
“İstenmeyen olaylar” yaşanmadı, saha içinde. Saha dışında mı? Orada kimin ne istediği belli değil zaten.
Biz Türkler öyle bilgiliyiz ki! Her konuda bir fikrimiz ve söyleyecek sözümüz var. 13 yaşındayızdır mesela, ama siyaset konuşuruz. Hem de öyle ballandırarak anlatırız ki mahalle aralarında, kırk yıllık siyasetçilere taş çıkartırız.
Biri çıkar, tarih içerikli televizyon dizisi yapar. Tarih profesörü oluruz bu sefer. Bütün savaşlar, padişahların “özel” hayatları, kıyafetleri, özlü sözleri… Hepsi bizden sorulur!
Ve her sezon derbiler olur, 7’den 70’e cinsiyet ayrımı yapmadan hepsi fanatik taraftar kesilir. Bildiklerinden ya da anladıklarından değil, sadece duydukları ve derbi saatinden belki de birkaç dakika önce öğrendikleri için taraftar olurlar üstelik. Sorsanız, futbolcu ismi bile bilmezler ama o gün ülkede bir şey popüler ya, elbette “bilgili” olacaklar.
Hayatında “imkânı olduğu halde” stat görmemiş, forma giymemiş insanların futbol ve takım sevgisinden, hele ki bilgisinden hiç bahsetmeyin bana! 3 Temmuz’dan sonra “Fenerbahçeli” ve “Beşiktaşlı” olanlar ya da Galatasaray’ın geçen seneki duraklama devrinde takımına sahip çıkıyor görüntüsü verenler de aynı kategoride benim için.
7 Aralık 2011, Çarşamba.
Yazın bunu bir yere. Tarih yazsın! UEFA Kupasının yanına, bir de o gün giyilen formaları eklesin Galatasaray. Şampiyonluk turu atılsın sahada -ki atıldı- Fatih Terim sözüm ona “2000 ruhunu” getirdi diye manşetler atılsın.
Sonra yanına eklesin not olarak. “Metris’te bir gece rahat uyumak isteyen” Başkanına verdiği sözü tutamadı Fenerbahçe’nin özgürlük savaşçıları! Bir tek buna üzülür, bir tek buna kızarım ben.
Aynı tarihe bir başka not daha yazılsın, bu kez altı çizili olsun. “Emek hırsızları, davetiye ile çıktıkları ligden başarısızlık ile düştüler!”
Yıllar sonra Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi yenmesini bayram havası şeklinde karşılayanlar bir şey unutuyorlar; bizim olayımız Saraçoğlu’nda. Bizim rakibimiz TFF, UEFA. Galatasaray sadece Fenerbahçe ile oynadığı güne ismini verirken bizim için durum hiç değişmedi. Derbiden önce de, sonra da,“önce Fenerbahçe, sonra geri kalan her şey” dedik, demeye de devam edeceğiz.
Hayatım boyunca takımımın armasını taşıyan hiç kimseye hayvan demedim, biliyor musunuz? Demem de. Köpek diyemem mesela futbolcuma.Dersem ne mi olur? Derbi öncesi yenmek için dua edilip, derbiden galibiyetle ayrılınca o malum söz söylenir. Kızıp gücenirsiniz belki. Yapmayın, gücenmeyin. Etrafa saldırmadan önce, aşıları tam mı diye kontrol edin, önlem alın. Bu bize yeter!
Bu arada, yazı esnasında “biz Türkler” dedim ama Fransızlar darılmaz umarım.

6 Aralık 2011 Salı

Hesap Lütfen!



Yarın büyük gün, birçoğumuz için.

Derbi var. “Dünyanın gözü” üzerimizde değil elbet, büyütmeyelim. Homojen bir El Clasico belki, ama sözcük manası tam olarak bu da değil.

“Ezeli rakip ebedi dost” dediğimiz o iki takım var ya hani; biri “şikenin” batağında, diğeri “temizliğin” bahar kokusunda… İşte onların, yasak derbisi var yarın. Bir hafta içi derbisi üstelik. Kulağa ne kadar alışılmadık geliyor, değil mi?

Tartışılması, sorgulanması ve yasaklanması gereken öyle çok şey varken, hepimiz futbolla bozmuşuz kafayı. Yemeyip içmeyip yasaklar koydunuz önce taraftara. “Hafta içi derbi mi olur?” sorusunu sormamıza bile fırsat vermeden kararlar aldınız. Kısacası ne mi bu işin? Sizin yazdığınız defterlerin tarihine uygun şartlarda, yani sizin düzeninizde bir lig. “Birlik” demiyorum bakın, diyemiyorum. Bir lig sadece bu. Başı sonu belli olmayan, gideceği adresin düzenin adamlarında saklı olduğu bir lig üstelik.

Mahallede bir hırsız vardır, bilirsiniz onun neler çaldığını ve çalacağını; garantide değildir hayatınız. Bu yüzden ne yaparsınız? Onu mahalleden bir şekilde uzaklaştırırsınız. Peki, madem sizin gözünüzde ve “kanıtlarınızda” Fenerbahçe şike yapmış, öyleyse neden hala ligde? Tertemiz liginizi ardı arkası kesilmeyecek şikelerle dolduracağından korkmuyor musunuz? A yoksa “ne kadar kalırsa kardır” gözüyle mi bakıyorsunuz bu işe?

İnanmam. Siz ki, “haksız ekonomik kazancın” karşısında duran, ekmeğini hakkıyla yiyen, dimdik ve gururlu adamlarsınız.

Bu, Fenerbahçe’nin “başsız” geçireceği ikinci derbi. Şehit annesine gösteremediğiniz “haksızlığa karşı çıkan” yanınızı, rakip takımlara gösteriyorsunuz her seferinde. Zaten askerimi öldüren de “rakip takım” olmuyor mu?
Bu adam tam yedi aydır taraftar yüzü görmedi. Tribünlerde tek bir boş koltuğun olmadığını bilmiyor. Ocağında yemeğini, beşikte bebeği bırakıp stada koşan kadınları tanımadı. Gözyaşıyla bölünen konuşmaları, gece yarısı kaçan uykuları bilmedi. Bu taraftarın coşkusunu, inancını ve günden güne büyüyen sevgisini tam yedi aydır görmedi!

Herkesin yalnızca tezahürat sandığı sözleri hayata uyguladı Fenerbahçe taraftarı. Korkmadı kimseden. Yılmadı, yitirmedi inancını.

Olaya bu açıdan baktığımızda yarın Galatasaray için önemli bir gün, evet. Geçtiğimiz yıllarda sadece Fenerbahçeli futbolcular ile oynuyordu maçlarını. Şimdi işi çok daha zor. Artık Fenerbahçe ile oynayacak. Ve bu adam, artık Fenerbahçeli değil, milyonların Fenerbahçe olduğunu da bilmiyor.

Ve sizin, tüm bu yaşananlardan sonra Fenerbahçe’nin gözünden akan her damla yaş için verecek hesabınız var!

Ama o zaman yalnız kalacaksınız muhtemelen. Yandaşlarınız olmayacak yanınızda. Bitti sandığınızda asıl görev başlayacak. Arma’ya leke sürmek isteyen her canlının, canını almak için savaşacak Fenerbahçe; öğreneceksiniz!

Yarın büyük gün, birçoğumuz için. Benim için sadece bileğimdeki Galatasaray-Fenerbahçe derbisinden kalma izin derinleşeceği bir gün. Susacağım, hesap gününün geleceğine olan inancımı tetikleyeceğim bir gün, o kadar.

4 Aralık 2011 Pazar

“Kocaman” Hatan Olmasın


Sevgi eylem gerektirir, çoğu zaman. Öyle vurdulu kırdılı, gaz bombalı eylemlerden bahsetmiyorum elbette.

Üstünde forma, yüzünde gurur ve kalbinde inanç olacak evvela. Gerisi zaten gelir. Nasıl mı?

Bir gol sevincinin hemen ardından belki, bu kez küfürsüz. Sesin çıktığı ve soluğun yettiğince. Bağırmak yetmez, tezahüratı kalbinde hissetmek lazım. Dört duvarın ardına itilmiş, iyi ve kötü geçmişiyle Türk sporuna damgasını vurmuş o adamın da, senin sesine ihtiyacı olduğunu anımsayarak üstelik.

“Rekabet” sözcüğünün kirine bulanmış, sahanın yeşilini siyaha döndürmüş “günümüz futbol”unun çocuklarıydık biz. Saha içi dostluğu bilmediğimizden bu kadar hırçındık. Böyle öğretmişlerdi bize. Adını bilmediğimiz adamların karşısına yazmıştık açıklamalarını: “Futbol hainleri” diye. Vatan haininin günümüz şekliydi aslında bu. Futbol terörü de geliyordu hemen ardından, üstelik siz farkında bile değilken.

Bir Fenerbahçe-Ankaragücü maçının ardından konuşacak fazla bir şey yoktur düşündüğünde. Maç başı “şike iddianamesi” ve maç sonu “derbisi” taban alınırsa, evet, konuşacak öyle çok şey var ki! Sesimiz yetmiyor lakin konuşmaya. Hatalar yüzme seviyesini aşalı çok olmuş. Şike varken, futbolu konuşmak niye…

Sezon başından, hatta geçtiğimiz sezondan gelen bir uyumsuzluk bu. Aykut Kocaman – Stoch arasında. Çoğu zaman hak verdiğim, ardından satırlarca sövdüğüm Aykut Hocanın Stoch’u oynatmamak için geçerli bir sebebi olabilirdi elbet. Karşı çıkacak değilim. Tek maçın sonunda Stoch’u kahraman ilan edecek ise hiç değilim. Sadece görünenden daha büyük bir yük var bu adamların omuzlarında, fark edin istiyorum. Doğru karar vermenin zorluğu kol gezerken sahalarda, oyuncular üzerine oynamak öyle kolay olmuyor işte.

Stoch genç, Emre hırçın, Bilica kazma, Alex kral.

Kendi “içimizde” bile böyle ayrılıyorduk gruplara. Seveni sevmeyeni, bileni bilmeyeni. Böyleydik işte özetle. Sonra aynı formayı terletip, tek bir armayı yücelttiklerini anladık. Özgürlük savaşçısıydı onlar. Yıllar ve yollar geçse de, hakları ödenmeyecek, Fenerbahçe’nin özgürlük savaşçıları

En nihayetinde 4-2’lik bir skorla üç puanı kucaklayan taraf oldu Fenerbahçe. Hassasiyet ile kullanmak lazım tabii tarafı, es geçmeyelim!

Önümüzde bir Galatasaray derbisi var. Yasak bir derbi üstelik. Olmamış, görülmemiş bir deplasman yasağı taraftara. Çirkinlik ve utanç akarken paçalarınızdan, takımının ardından ölürcesine giden taraftara bir cezadır bu. Ama siz bilmezsiniz, ceza sahası dışından da takımına yol olur bu taraftar. Bilmezsiniz şimdilik. Öğreneceksiniz ama.

Ne diyordum?

Elbet hata yapacaksın Aykut hoca. “Kocaman” bir hatan olmasın ama. Göze batmasın, can acıtmasın yeter.


3 Aralık 2011 Cumartesi

Siyasetçilerin Namlusunda

Takım elbiseli futbol adamları, elinde mikrofonla ülkeyi kurtaracağını düşünen siyaset adamları ya da diğer bir deyişle, işi olmayan yerde her zaman karşımıza çıkan o adamların namlusunda bir futbol izliyoruz, tam yedi aydır. Ya da izlemiyor, sadece konuşuyoruz. Birçoğumuz ne konuştuğunu, niye konuştuğunu bile bilmiyor üstelik.

Bilirsin, eski yeni tüm Türk filmlerinde ve dizilerinde alışıldık replikler vardır. “Açılın, ben doktorum!” mesela en çok kullanılanlardandır. İş, bir şekilde zor durumda olan takımların aleyhinde konuşmalar yapmaya gelince de, bu repliği futbola uyarlamak, ceza hukukunu yalayıp yutmuş adamlara kafa tutarcasına, sırf rakip takımın başarılı geçmişine tahammül edemediği için oldukça kolay oluyor. Başını kaldırıp baktığınızda ya da elinizi boşlukta salladığınızda bunlara fazlaca denk gelebilirsiniz. “Açılın, ben avukatım”cılara tabii ki…

3 Temmuz’dan bu yana, ayağı sahaya sağlam basan bir futbolumuz yok. İşe bunu kabul etmekle başlamalıyız. “Ülkede zaten doğru giden ne var ki?” derseniz, birçoğu çıkıp, “şikeciler” diyebilir. Yanlış okumadınız, “şikeciler”. Kulağa ve göze nasıl da çirkin geliyor değil mi? Ama burada, hangi şikecilerden bahsedildiğine dair bir ayrım yok. “Saman altından su yürüten” mi yoksa “başarısına çelme takılan” mı? Ya da belki, “futbol adamı” olup kendini namlunun parlaklığına adamışlardan bahsediliyordur. Biri de çıkıp der mi acaba, “hepimiz şikeciyiz” diye. Türkiye’nin gerçeği bu, biliyorsunuz. Ölenle ölür, yananla yanar, sevinenle seviniriz. Kaybedenlere sözlüğümüzden en güzel küfürler armağan ederiz. Düşenle düşmeyip tekme atmakta en büyük özelliğimizdir.

Biz ki Türkiye olarak kardeşliği unutmuş, birliği kenara atmış, gerçek suçlularla ilgilenmeyi bırakıp magazine yönelmiş bir ülke olmadık mı? Olduk. Hepimiz avukat, hepimiz savcı, hepimiz hâkimiz. O kadar okumuş ve bilgiliyiz ki, bu yüzden işsiziz hepimiz. Şike var, haksızlık var, uğraşıyoruz işte.

Madem futbol siyasetçilerin namlusunda ve ateş edilmesi için artlarında destek olanlar var, bırakın üzerine toprak atalım futbolun. Ardından “ruhuna” dualar gönderelim. Çiçeklerle süsleyelim bir de mezarını. Sonra gelsin siyaset, gitsin “haksız ekonomik kazançlar.” Gidebilecekse tabii…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...