31 Ekim 2011 Pazartesi

Acil Yardım!

Umarım başlık yeterince dikkat çekmiştir çünkü sahiden de S.O.S. veriyorum an itibariyle!


Hani böyle futbol seven, yani baya baya seven, ilgilenen, "anlayan", kalemi güçlü ve İstanbul'da oturan hatunlarımız var mıdır acaba? Tanıdık vs de olur. Bilen, duyan olursa bana ulaşsın bence.
En kısa zamanda üstelik!

İletişim: arzubicakci@hotmail.com

29 Ekim 2011 Cumartesi

Küçük Adamların Büyük Futbolu

Eğer futbolun, sadece top peşinde koşmaktan ibaret olduğunu düşünüyorsanız, daha ilk satırdan bırakabilirsiniz bu yazıyı okumayı. Yok, eğer futbol topunun peşinde koşmaktan öte umutların da peşinde koşmak olduğuna inanıyorsanız evet, doğru yerdesiniz.

Futbolun ne olduğunu önce kendi içimde tartışıp sonra uzun uzadıya buraya yazmayacağım. Olaya direkt şuradan gireyim diyorum, ülkelerin süper liglerinden başka futbolları da var. “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim. Durun biraz, hemen açıklıyorum.

 Bizim o çok sevip dilimizden eksik etmediğimiz futbol sadece süper lige çıkan A takımların oynadığı bir şey değil. Yani dünya üzerinde sadece bu adamların futbolu yok, bunu hepimiz biliyoruz. Öncelikle bu konuda anlaşalım. Asıl demek istediğim, var olan A2, U19, U17 gibi taptaze futbol takımlarına verilen önem ve değerin azlığı. “Koskoca lig, bu ligin de koskoca adamları dururken gidip onları mı izleyeceğiz!” diyebilirsiniz, haklısınız. Ama bu söylediğiniz, o tertemiz futbollu çocukların oynadıkları oyuna vakit ayıramayacağınızı kanıtlamaz. “Niye izleyelim?” kısmına gelecek olursak ise, asıl mesele o zaten. Bu çocukların futbolunu izleyin, sevin, değer verin. Çünkü onlar futbolu gerektiği gibi, layığıyla oynuyorlar. Bu adamlar futbolu seviyor, kirletmeden, çamur bulaştırmadan oynuyorlar.

Yazılarımın çoğunda bundan hep bahsettim aslında. Bana göre “Türk futbolunun kanayan yarası” alt yapıdır. Son iki-üç yıldır düzelme göstermeye başladı, kabul ediyorum ama hala gereken ilgiyi göremediklerini düşünüyorum. Bu “küçük adamlar” inanın bana, sahanın yeşilini paranın yeşiline değişen “büyük adamlar”dan daha fazla emek harcıyorlar. Umutları var bir kere ki bu bence her şeyden önemli. Futbola umutla bakmak ne demek, biliyor musunuz? Hayalinde yatan takıma ulaşabilmek, geceleri yattığında A takımda olduğunu düşlemek falan. İşte bunlar, sadece top peşinde koşuyor gözükmekten çok daha önemli şeyler. Bakın, futbol sevgisi diyorum. Yeteneği besleyen en büyük güçtür sevgi. Sonra çalışmak, inanmak bir de.

A2 Takımlarından yükselmiş, bugün bayıla bayıla izlediğimiz adamlar var. Geçmişte adını bile duymadığımız adamlar bunlar üstelik. Şimdi aynılarını bir başka futbolcular yaşıyor işte. Diyorum ki ben de, yaşatmayın. Önem verin, izleyin.

Mesela Fenerbahçe A2 takımından bir Eren Hoş var ki, o “büyük yıldız” dediğimiz ve milyonlarca para harcanan adamlardan çok daha temiz futbolu var. Daha önce hiç izlediniz mi onu? Ben izledim. “bunun burada ne işi var?” diye kendi kendime sorarak, defalarca izledim üstelik. Ardından uzun uzun araştırdım Eren’i. Biliyorsunuz, Fenerbahçe’nin yeni transferi. Tamam, düzeltiyorum bilmiyor olabilirsiniz. Küçük adamların futboluyla ilgilenmediğinizi unutmuşum. Ama bilmelisiniz. Bu adamın futbol kalitesini, onun direncini, takımını, formasını, futbolu sevmesini görmelisiniz. Sonra bizler de Eren ve onun gibi diğer kaliteli gençlerimizin yavaş yavaş A takımlara yükselişini görmeliyiz. Gelecekte Eren hangi takıma gider, hangi formaları sever bilmiyorum. Şimdilik tek bildiğim yaşıtlarından üstün futbol oynadığı ve daha uzun süre Fenerbahçe’de kalacağı.

Sadece Fenerbahçe değil elbet. Galatasaray’da mesela, bir Emre Çolak bana göre her şeyin üstünde. Öyle güzel dirençli bir futbolu var ki! Tüm ligi bırakıp sadece onu izlemek bile size futbolu sevdirebilir.

Daha önce bahsettiğim U19 Milli Takımımızdaki diğer gençler ve daha adlarını buraya yazmakla 
bitiremeyeceğim kadar genç futbolcu var. Genç ve kaliteli. Onların oynadıkları futbol değil sadece. Adeta ders veriyorlar abilerine. Futbolcu öyle değil, “böyle” olur diyorlar; centilmence hareket ediyorlar.

Futbol topunun eşliğinde hayallerinin de peşinden koşan küçük adamların büyük futbollarını takip edin. Pişman olmaz, sadece hayran kalırsınız.

28 Ekim 2011 Cuma

Yenilmez Sahada!


Yenilmez sahadaydı dün gece.  Engelleri aşıp gelen, inancını yitirmeyip maçın bitimine iki dakika kala hala gol arayan futbolcusuna destek olan taraftarıyla, yenilmez yine yenilmez, hep yenilmez.

Bir deplasman maçı ancak böyle olabilirdi. Bakın, derbi demiyorum, deplasman. Alacağımız üç puanla ilgilendiğim falan yoktu. Benim tek derdim, TFF’nin bu maçta beklediğini alamamasıydı. Şimdi en başa dönmeliyim aslında.

Tüm heybetiyle karşında duran İnönü’ye karşı koyabilir misin? Üstelik bir “derbi” gecesinde, ani kararların eşiği ve bilinmezliğin çirkinliğinde… Koyamazsın tabii. Ama yenik de düşmezsin. Sen Fenerbahçesin!
En nihayetinde de öyle oldu zaten. Ne yapmamızı bekliyorlardı ki bizden? Çocuk oyuncağına çevirdikleri karar alıp verme aşamalarını ortasında sıkışıp kalmıştık. Çaresiz değildik elbet. Biz, kaldırıma tribün kuracak kadar takımımızı çok seven o taraftardık. Ama “bu duruma” düşmemizin tek sebebi aciz yönetimden başkası değildir. Bana ne derseniz deyin, asla güvenim olmayacak TFF’ye.

Maç kararlarını irdelemeyi bırakacak olursam, harika bir maçtı. Yoksa harika az mı oldu? “Türk tribün tarihi” diye bir şey var mı emin değilim ama yoksa bile dün gece Fenerbahçeli taraftar olarak bu yarattığımıza eminim. Müzeden stada bir sevgi taşmasıydı bizimkisi. Şimdi taraftarın azılı katil gibi gösterilmesinin ne manası var? Sen “koskoca takım elbise futbol adamı” kararını verememiş, başkanlık sıfat ve heyecanına yenik düşmüşken o taraftarın ne yapmasını bekliyordun? Bir de olayı orada yaşamayıp, kargaşa içinde bayılanları görmeden yazıp çizenler var. Müze kapısının Beşiktaş için, “kapalı” olmayacak kadar mühim olmadığını bilmiyordunuz değil mi? Boşverin, bilmeyin. Müzede bir şey yoktu zaten. Ama bizim, müzeden girip tribüne çıkmamızda her şey vardı. İnanç, sevgi, güven, “özgürlük”, takımını yalnız bırakmama düşüncesi falan…

Tam olarak bir dostluk maçı diyemem elbette, ama zaten derbi sonları dostluk beklenen bir şey değildir. Hemen yanlış anlamayın! Maç sonu ya da başı, rakip takım taraftarları arasında en ufacık bir gerginlik olmadı. Ama saha için, dışı kadar “dost canlısı” değildi. Savaş vardı sahada. İnat ve inanç aynı anda savaşıyordu. Galip gelen olmadı. Ama bir Baroni vardı mesela, “taraftar müzedense ben de füzeden” dedi ve beraberlik golümüzü attı. Gece rüyama giren, sabah kalktığımda ilk aklıma gelen ve boğazımda düğüm olarak kalan golün sahibi, bence gecenin galibiydi.

Bir de Caner, Fenerbahçe’deki varlığı boyunca en iyi maçını çıkardı. Hatta inanmayacaksınız, maç sonunda alkışladım bile onu!

Beşiktaş’a değinecek olursam, “pahalı yıldızlar”ın ufaktan sönmeye başladığına canlı canlı şahit oldum işte. Ama bir Necip Uysal, artık elinden tutup Hiddink’e teslim etme zamanı gelmiş bir “mini yıldız”, üstelik kimse bunun farkında olmasa bile…

Şimdi inandınız mı Fenerbahçe’nin büyüklüğüne? “Eğer sen TFF, hakkımızı vermezsen, gelir alırız!” dedi ve öylece, kimseye, o çok değerli müze kapınıza ve taraftarınıza zarar vermeden girdi maça.

Gönül rahatlığıyla bunu söyleyebiliriz sanırım: “Dünya yansa biz buradayız, asla yalnız olmayacaksın!”


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...