22 Eylül 2010 Çarşamba

Hatunlar Şanslı Beyler!

Şanslılar tabii ya! Takmışlar kollarına bizim Fenerbahçemizin "yakışıklılarını" gönül rahatlığıyla poz veriyorlar. Ah seveceksen, öleceksen, böylelerine öl arkadaşım. Futbolcu olsun, futbolcu!

Bakınız, Volkancığımızın düğününden. Fenerbahçe resmi sitesi'nden ç/alıntı fotoğraflar : )




Mutluluklarr! : ))

“Demir-el!”

2010/11 sezonunun ilk derbisini Pazar akşamı oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş maçı ile geride bıraktık. Yani öyle böyle değil, sahiden de geride bıraktık. Berabere biten derbi maçları kısmen de olsa “dostluk” havası yaratır. Gerçi Beşiktaş takımının dillere destan taraftar grubunun dostluktan bihaber olduğunu bir kez daha görmüş olduk ama ben onu es geçiyorum. Maçın değerlendirmesini yapmayacağım, sadece sizlerle biraz Volkan hakkında konuşmak istiyorum. Dün sahada gördüğümüz belki Fenerbahçeli Volkan idi ama onun hiç olmayan bir yanını öğrendim ben akşam, bir taraftar değil, milli futbol takımımızın sevdalısı olarak…


Volkan’a bu soy isminin ne kadar yakıştığını dün bir kez daha anladım. Biliyorsunuz bir süredir sakat olduğu için sahalardan uzak kalmıştı. Derbi maçına çıktı çıkmasına ama bir yandan sakatlanma ihtimaline karşı Serkan Kırıntılı hazırlanıyordu. Direnci ve oynama azminin yanında yüzünden eksik olmayan o acı ifadesi onu daha yakından tanımamızı sağladı. Volkan bize derbi gecesi, forma aşkının ne derece büyük olduğunu gösterdi!

Tabii Volkan’a Fenerbahçe’de durmadan yakındığım ve kötü bulduğum defansın katkısı büyük oldu. Adeta dün sahada devleşti hepsi, 11 dev adamdılar benim gözümde!

Maçta yanlış bulduğum tek şey Volkan’ın penaltıyı getiren hareketiydi, buna hiç lüzum yoktu oysa. Bir de Cüneyt Çakır sarı kart konusunda fazla cimriydi. Bence kartı hak eden daha fazla pozisyon ve futbolcu vardı…

Dedim ya işte, bir derbiyi daha geride bıraktık. Bu maç bana çok manevi açıdan çok şey kazandırdı. Futbolun sadece futbol olmadığını bir kez daha anladım. Sanırım herkes gereğinden fazla stres yapmıştı. Olaylar da çıktı elbet yadırgadığımız, güçlü güçsüz ayrımı yapıldı, sakatlar çoğaldı bir de. Sözü dönüp dolaştırıp önce Aykut hocaya, sonra yine Volkan’a getirip yazımı bitireyim diyorum.

Eğer dün akşamki maç Fenerbahçe’nin 3 puan kaybıyla bitseydi, işler Aykut Kocaman açısından zora girecekti. Gitsin mi kalsın mı konuşması yapılacaktı hatta kulislerde, gizli bir takım hesaplar olacaktı. Ama olmadı. Gole bile sevinemeden, her dakikasını pürdikkatle izlediği maçtan ezilmeden çıktı Aykut hoca. Belki skor kulağa hoş gelmeyebilir ama maçı izleyenler, Fenerbahçe’deki futbolcuların ne derece kaliteli oynadığını zaten anlamışlardır. Tabi eğer geçen sezonlara bakacak olursak, bu maç bir kayıp Fenerbahçe açısından, Beşiktaş’ın seviniyor olması gayet normal. Şimdilik böyle oldu, bir klişeyi kullanarak, önümüzdeki maçlara bakacağız diyorum.

Sözü Volkan’a getireceğim dedim, unutmadım. Salı akşamı düğünü var bizimkinin. Gelin alıyoruz anlayacağınız, baya da güzel hani kızımız. Ne alaka? Diyeceksiniz ama akşamki forma aşkından sonra taraftarından bir kutlamayı hak ettiğini düşünüyorum. Mutluluklar Demir-El!

18 Eylül 2010 Cumartesi

Hatalar Diz Boyu!

“Beşiktaş çok iyi mücadele etti, golü çağırdı ve atak yaptı. Dakika 90, Ernst’in kafa vuruşundan top ağalarda. Beşiktaş zorlu bir mücadelenin ardından maçı 1-0 kazandı ve bizlere söylenecek söz bırakmadı. Herkese benden çay!” mı dememi bekliyorsunuz? Hayır, söylenecek öyle çok söz var ki bu maç için...


Maçı konuşmaya başlamadan önce, sahayı ele alayım diyorum ben. Görünce şoke oldum! Asla küçümsemek için söylemiyorum ama Anadolu takımlarının sahası bile daha güzel bence. Cânım İnönü’nün niye bu durumda olduğunu biliyoruz elbette, ama “yetkililerin” bir an evvel ilgilenmeleri gerek. Sahanın bu halinin futbolu kötü etkilediğine dair iddiaya bile girerim!

Neyse, sahayı bir kenara itersek maçı baştan sona şöyle bir değerlendirelim derim ben.

Kötü saha şartlarına rağmen Beşiktaş’ın maça iyi başladığını söylememek olmaz! Maçın henüz ilk çeyreğinde Beşiktaş önce serbest vuruş, ardından korner kullandı. Neden bunu yazdığıma gelince, sanırım dün akşamki maçta Guti fazla heyecan yaptı. Atışları öyle kötüydü ki, taraftarın ona kızacağı anı bile gözümde canlandırdım.

Johan Cruyff’ın çok sevdiğim bir sözü vardır, “Futbol hatalar oyunudur, en az hata yapan kazanır” diye. İşte dün akşam sahada gördüğümüz tam anlamıyla buydu! İki takımdan biri bile mi isabetli pas yapmaz kardeşim! Bu maç beni sahiden de çıldırttı desem yeridir. Gole giderken yapılan pas hataları, hakemin nedense önemli hiçbir pozisyonda düdük çalmayışı, CSKA’nın sahil havasında oynadığı futboluyla ben çıldırdım işte. İki takımın da taraftarı olmadığım için, gol görmek ve keyifli bir maç izlemek istedim.

Beşiktaş’ın CSKA yarı alanındaki nefis paslaşmalarını görünce, onların pres yapmak için hala neyi beklediklerini inanın çok merak ettim! Hayır, zaten gol pozisyonlarında bile topa vuramıyor ve pasif oynuyorsun. Adamlar gelmiş senin kalenin yakınlarına ve sen hala pres yapmıyorsun! Eğer CSKA kalesini koruyan o “panter” kaleci olmasıydı, dün gece Beşiktaş çift hanelere bile çıkabilirdi. Futbolu berbattı ama en azından oynuyordu! Üstelik koşmayan futbolu nefretliktir arkadaş, nefretlik! Koşan adamlar belli işte, Ekrem’i bizzat ayakta alkışladım! Quaresma’nın oyuna dâhil olmasıyla zaten hareketli olan maç iyice kendini kaybetti. İzleyenler fark etmiştir, maçın özellikle de ikinci devresi tek kaleydi arkadaş. Eğer 90. Dakikada o gol gelmeseydi, yazımın başlığı “Gol Geçirmez Mbolhi” olacaktı. Bizimkilerin topu çok iyi kullandığını söyleyemem ama kaleci adeta devleşti dün sahada, hayran kaldım!

Yaklaşık 70. Dakikadan sonra el düşen maçta gözüm sadece İbrahim Toraman’daydı. Biliyordum yine bir arıza çıkaracağını zira. Beşiktaş taraftarı olmadığım halde söylüyorum, şu Toraman’ın agresifliğinden bıktım! Hakem de topsuz alanda yapılan faulleri görmemeye yemin etmişti zaten! Adamın yaptıkları cezasız kalınca iyice yırtıcı oluyor, kontrolden çıkıyor.

Az biraz göz zevki yaşatan futbolun ardından, Beşiktaş UEFA’da kaldığı gruplardaki ilk galibiyetini aldı. Guti’nin kullandığı serbest vuruş Ernst’in kafasıyla birleşince top kendini ağlarda buldu haliyle. Böylelikle bir maçı daha geride bıraktık işte. Hiç şüphesiz ki taraflı tarafsız herkesin gözü şimdiden, Pazar günü oynanacak olan Fenerbahçe-Beşiktaş debisine kilitlendi. Bekleyip göreceğiz sonucunu…

16 Eylül 2010 Perşembe

"Fenerbahçe'yi Nasıl Yaşıyorsun?"

Kışın nefes kesici zamanları dışında, odamın penceresi açık yatarım ben. Esen rüzgar iyi gelir başta, gece dördü geçti mi üşütür inceden-bilirsiniz. O vakitlerde Fenerbahçeli battaniyeme daha sıkı sarılırım. Sabahları güneş "çat" diye yüzüme vurduğunda Fenerbahçeli nevresimle kaplı yastığımla başımın yerini değiştiririm. Sarı lacivert saatim hiç şaşmaz, 7de çalar yine; ertelemek büyük keyiftir! Varolan sorumluluklar insanı uyurken asla rahat bırakmaz. Güne lanet ederek yataktan kalkıp, Fenerbahçeli terliklerimi giyerim. Üzerinde 6 Kasım hatırası olarak Serhat-Tuncay ikilisinin fotoğrafının bulunduğu kupa bardağımda nescafemi içerim. Ilık bir duş sabahın köründe ancak beni kendime getirir. Bornozum elbette Fenerbahçeli! Ardından üzerimi değiştirip, Fenerbahçeli diş fırçam ile haşır-neşir olurum. Durum okulda da değişmez. Kolumda Fenerbahçeli bilekliklerim, Fenerbahçeli kalemim, silgim ve defterim var, her an yanımda olan. Eve döndüğümde de bu döndü devam eder. Bilgisayar masamın yanındaki duvarın bir tarafında Atatürk ve Fenerbahçe, diğer tarafında bizim fotoğraflarımız vardır. Çalışma masamda da her şey sarı-lacivert. Kalemliğim, içindeki kalemler, sandalyem vs.
Hele mevsim yaz oldu mu, tadından yenmez bir hal alır bu durum! Yazlıktaki odam bir futbol cenneti! Duvarda asılı Barcelona ve imzalı Fenerbahçe formaları, posterleri, futbol topları falan... Güneşi pek sevmem, zaten alerjim var. Fakat yazın denize sarılmadan olmaz, elbette Fenerbahçeli plaj havlum ve çantam yanımda! Öyle alışkınım ki bu renklere, olmazlarsa olamam sanki. Birlikte öleceğimizi tek hissetiğim Fenerbahçe benim. Her yer sarı-lacivert, her şey Fenerbahçe...

Bir arkadaşımın, "Fenerbahçe'yi nasıl yaşıyorsun?" sorusuna cevap olarak yazdım bunu.

Fenerbahçe dünyanın en güzel ve hiç bitmeyecek olan hastalığıdır der ve susarım şimdilik. Aslında anlatılacak öyle çok yanı var ki.. Bunlar yalnızca sevginin somut olan tarafı. Bir de soyutu vardır ki, ah anlatmaya kelimeler yetmez! Eğer olur da bir gün yetiştirirsem, paylaşırım can'larım. :))

Şampiyonlar Ligi Bambaşkadır!

Evet ben oturdum sakinleştim ve Şampiyonlar Ligi'ndeki Bursa değerlendirmesi yaptım. buyrunuz okuyunuz efenim.
Geçen sezonun son maçında Bursaspor’a karşı tarifi imkânsız bir kızgınlık duymaya başlamıştım. Henüz bu durumu aşmış değilim tabii. Ayrıntıya girip geçen sezonu hatırlamak ve hatırlatmak gibi bir niyetim yok elbette. Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim, Bursa kupayı şahlanaraktan kaldırırken ben bu konuda olur olmaz yorum yapan herkese bunu diyordum: şampiyonlar ligi bambaşkadır! En nihayetinde de öyle oldu tabii, daha başlangıçta rengini belli etti bizimkiler. Tırnak içinde söylüyorum, taraflı tarafsız kimse kızmasın bana, sert eleştireceğim Bursa’yı. Zira Beşiktaş’ın saçma bir şekilde yenilmesiyle kupa kaldırmak, lige iyi başlamak ya da her neyse ile şampiyonlar liginin gemisi yürümez, benden söylemesi! Bakın Fenerbahçe’ye, sizin dilinizden düşmeyip “çerez” dediğiniz Young Boys’a elenerek kendi ayağını kaydırdı. Gerisi kendiliğinden geldi zaten…


Maça dönecek olursam, dün akşam sahada oynayan bir Bursasporlu gören var mıydı? Ah, çok pardon! Volkan dışında tabii ve bir de, kalecileri. Hakkını yemeyelim, adam hayatınız boyunca bir daha asla göremeyeceğiniz kadar basit goller yedi. Devler liginde boy gösteriyor ne de olsa, yeridir!

Valencia’nın da çok iyi oynadığını söyleyemeyeceğim, oldukça vasat futbolla bu maçı aldıkları için şaşkınım sadece. Ama hata bizimkilerde, dakika 80 sen 3-0 gibi bir skorla geridesin ve kendi sahanda pas yapıyorsun. Niye? Daha ne kadar gelir sanıyorsun o futbolcular senin sahana? Hayır, anlamıyorum şunu, zaten geridesin ve beraberlik bile mutlu edecek seni. Öyleyse atak yapsana arkadaşım, en fazla kaç gol yiyebilirsin daha? Dün daha hiç de organize olmamış bir Bursaspor vardı, içten içe üzüldüm aslında… Maçta tek beğendiğim, Bursaspor’a gönül veren taraftarın hoş görüntüsüydü, içimizi açtı, ne güzel oldu…

Bursaspor’a: İşte Şampiyonlar ligi bambaşka bir şeydir, daha yolun en başında bunu görmüş oldunuz. Öyle Ertuğrul hocanın dediği gibi, iki takımın da 11 kişi olmasına bakmaz bu işler. İspanya’nın düzeyi senden düşük bir takımına karşı oynuyorsun ama baskı kurmuyorsun. E o zaman niye çıktın maça? Pardon, hiç mi izlemediniz İspanya futbolunu? Öyleyse söyleyeyim ben size, İspanyollar orta saha adamıdır. Eğer orta sahanızda bir açıklık ve dengesizlik yakalarsalar, vay halinize! Bir de öyle güzel paslaşırlar ki, bu tüm La Liga takımları için geçerlidir. En etkili silahları prestir. Maçı aldıklarını düşündükleri an, bir kopuş sezersiniz; işte o sizin atak yapmanıza imkân tanıyan tek andır! Baskı sizin elinizdedir ve maçı lehinize çevirebilirsiniz. Tabii tüm bunları sizin biliyor olmanız gerekiyordu… Neyse, henüz kaybedilmiş bir şey yok, daha önünüzde oynayacağınız 5 maç var. İzleyip göreceğiz neler olacağını…

Şampiyonlar Ligi’nde Messi Fırtınası!

Evet, fırtına bu adamı tanımlamak için başka bir söz bulamıyorum! Adeta topla oynayıp, rakibi sahaya gömmekten zevk alıyor bu adam! Biz de onun futbolundan tabii. Söz konusu Devler Ligi olurda, Barca’dan bahsetmeden geçebilir miydim •? Dün akşam Barcelona ikisi Messi’den gelen 5 golle Panathinaikos’u 5-1 yenip, şampiyonaya müthiş bir hızla başladı. Barcelona’yı her izlediğimde, futbolun sadece “futbol” olmadığını anlıyorum, bu da büyük bir keyif veriyor doğrusu! : ))

Bir Ümit, Bin Hüzündür.

Sanırım Aziz Yıldırım benim kendi içimde delirerek yazdığım "çözüm yollarımı" dikkate aldı. Ne alaka? diyeceksiniz. Bugün bir haber okudum, doğruluğundan emin değilim elbette ama söylemeden geçemeyeceğim. Demiştim ya hani, Alex'in önümüzdeki sezon sözleşmesi bitiyor diye, hatta yazmıştım 2. Çözüm Yollarımda, ya gitsin-ya idari bir görevi olsun. Heh, işte Aziz Bey de bunu duymuş gibi Alex'e bir teklif yapmış. Yazıma koyduğum başlık da bu yüzden işte.. Demiş ki bizim Aziz Beyciğimiz, gel Alex sana bu sezon sonu, yakışır bir şekilde "jübile" yapalım. Ama gitme bizim kulüpten, bir görevin olsun. Sezon sonu da başla hemen, ne dersin? vs.vs.
Eğer bu haber doğruysa ben gerçekten sevinirim. 6 sezon oldu değil mi, yanlış hatırlamıyorum? İyisiyle kötüsüyle dolu dolu zamanlar yaşadık biz onunla. Saçlı, saçsız, gollü-golsüz her halini sevdik biz onun.. Şimdi Aziz Yıldırım'ın yaptığı iş gerçekten, helal olsun! :))

15 Eylül 2010 Çarşamba

Demedim Mi Ben Sana Bursa?

Demedim mi, demedim mi Aha da burada demiştim! Öyle çok kızıp etrafa küfürler savururken demiştim hem de! Timsah ezmesi olacaksınız diye demiştimmmm! Saçma salak bir şekilde Beşiktaş size "yenildi" üstüne bir de kupa kaldırdınız diye havalandınız ama ben size söylemiştim daha bunun Şampiyonlar Ligi var diye! E ne oldu, geldiniz mi sözüme? Bakiyim, vallahi gelmişşsinizz! Kimse kusura bakmasın, yenildiler diye üzülecek değilim! Şimdi mutluyum, biraz sakinleşeyim Bursaspor-Valencia maçı için yeniden yazacağım. hihi :)))

14 Eylül 2010 Salı

Alex Doğmuş, Ne İyi Olmuş!

Sevgili Alexciğim,


Merhaba,

Nasılsın? Uzun zamandır seni "kişisel" olarak kaleme almadığımı fark ettim. Sanıyorum ki bana çok kızmamışsındır. Ama dayanamadım, kuru bir kutlama yapmayayıp bir de sana mektup yazayım dedim. İyi ettim, biliyorum. Bak ne güzel, samimiyetimizden hiçbir şey kaybetmemişiz.

Doğum günü kutlamamı sonra yapacağım. Önce sana biraz kızıp, sonra gönlünü alacağım-bekle ve gör.

Çok kızgınım sana Alex! Farkında mısın, son iki yılda çok değiştin! Hayır, karakterinde bir değişiklik oldu mu bilmem ama oyunun büyük ölçüde değişti. Orta sahası ne kadar da boş Fenerbahçe'nin! Neredesin oğlum, maçlarda ne yapıyorsun? Yemeden içmeden kesilmiş gibi bir halin var.. Çocuğun olmuştu değil mi, yoksa yanlış mı biliyorum? Aman her neyse.

Benden sana tavsiye, bir an evvel toparla kendini. Geç aynanın karşısına, Fenerbahçe'nin sana verdiği 10 numaralı çubukluyu hakkıyla taşıyıp taşımadığını sorgula! Bak oğlum bu takım diğerlerine benzemez! Bir futbolcuyu sevdi mi, onun da takıma gönül vermesini bekler. Geldiğin günden beri iyi iş çıkardın kabul, ama artık değişimin bizi kötü etkiliyor; üzülüyoruz. Taraftarı üzmeyi sevmezsin sen, bilirim.

Orada burada haberlerini okuyorum hep. Diyormuşsun ki, seneye Brezilya'ya dönüyorum. Seni mutlu edecek buysa, inan dönebilirsin Alex. Zaten önümüzdeki sezon sözleşmende bitiyor bizim takımla. Kabul, gidersen arkandan ağlarım ben.. Taraftarım en nihayetinde, daha ne futbolcular göreceğiz, daha kimleri kimleri yücelteceğiz Saraçoğlu'nda.. Ama senin yerin hepimizde farklıydı, biliyorsun işte, olayı daha fazla dramatikleştirmeye gerek yok..

Ne diyordum? Bugün doğum günün... Kaç oldun, 33 mü? Epey olmuş deyip üzmeyeceğim seni elbette. Biz seni futbolun dehası olarak sevdik, öyle kal gönüllerimizde. Fenerbahçe'yi bırakıp giden "diğerleri" gibi olma e mi, Kaptan :)

Yeni yaşın kutlu olsun, sana sağlık, mutluluk, başarı getirsin. Sen nerede mutlu olacaksan, oraya git diyorum son sözlerimi yazarken. Sadece tek bir tırnak açıyorum yazıma, gittiğin yerde de Fenerbahçe'den geldiğini unutma, olur mu?

"Dur! Daha bir yere gitmiyorum :) " dediğini duyar gibiyim, ön hazırlık yapıyorum Alexsandrocuğum, seni göndermeye çalıştığım falan yok.

He unutmadan. Aykut hoca ile aranı iyi tut, benden sana tavsiye. :)

İyi ki doğdun ve Fenerbahçeli oldun! Nice yaşlara futbol dehası, nice kupalara, sevinçlere!

Beni soracak olursan, burada her şey aynı. Yine sizinle üzülüp sizinle seviniyoruz. Neyse, çok uzatmamak lazım. Haydi, kendine iyi bak. Önümüzde Beşiktaş derbisi var, n'olur bizi daha fazla üzmeden alın bu maçı! Takım arkadaşlarına sevgiler, selamlarımı ilet.. Stoch'a özel selam tabii. hihi :)

Dipnot: Geçen gün bloglar arası gezinti yaparken bir arkadaş sayfasına senin fotoğrafını eklemiş, ismini yazmış: Alex De Souza. Altına eklemiş, Dahi anlamındaki "de" ayrı yazılır. Sen bu'sun oğlum, biz seni böyle seviyorum. Kocaman öptüm, bebişlere sevgiler. :))

Çık Çık!

Basketbol dolu iki haftayı geride bıraktık. 12 Dev Adamımız ilk mağlubiyetini final maçında alarak bir ilke imza attı, Gümüş madalya altı. "Bu benim son dünya şampiyonam" diyen takım kaptanı Hidayet de şampiyonanın en iyi 5 basketçisi arasına girerek ödül aldı. Müthiş duygu dolu anlar yaşattılar bize, tebrik ederim, öperim hepsini!  :))
Ancak benim değinmek istediğim konu bu değildi. Kendimi örnek vererek söze başlayayım: Özel birkaç turnuva ve Fenerbahçe Ülker'in "mühim" maçları dışında basketbol izlemişliğim yok. Zaten itiraf edeyim, çok da sevdiğim bir spor değildir kendisi. Futbolun agresif olduğunu söylerler ama ben, basketbolu futboldan kat be kat agresif bulurum. Neyse, bu benim görüşüm elbette. Bu kadar az basketbol izlemiş olmamla birlikte dlim döndüğünce ve kalemim yettiğince şampiyonayla ilgili bir-iki çiziktirip sizlerle paylaştım, oh çok da iyi yaptım!
O değil de, farkında mısınız bilmem ama, son bir haftadır "herkes" basketbolsever kesildi başımıza. Tamam iyi güzel, buraya kadar bir sorun yok. Ama arkadaşım, hayatında ilk kez bu şampiyonada Türkiye'nin maçlarını izlemiş insanların, sırf bu aralr basketbol popüler NBA vs. gruplara katılmaları doğru mu? Ya da doğruluğunu geçtim, hoş mu? Ben resmen tiksindim bu olaydan! ayıptır, günahtır. He bir karar vermişsindir, bundan böyle takip edeceksindir basketbolu, ona sözüm yok işte-yürü derim arkandayım. Eğer görüşün bu yönde değilse de, yıllardır basketbola gönül vermiş insanlara yapılan bir ayıptır bu! Yol yakınken dönün çocuklar, ilgi alanlarınıza doğru.. Arabalarınızı sağa çektirtmek durumunda bırakmayın beni, ona göre!

13 Eylül 2010 Pazartesi

Çözüm Yolları II

Kayıpların bol olduğu bir dönem bu Fenerbahçe takımı için. Elbette bu durumda Aykut hocaya yükleneceğimi düşünüyorsunuzdur. Fakat bu kez gerçekten susma taraftarıyım ben, zamanı geldiğinde sözlerimi esirgemeden konuşabilmek için.


10 Numara Alex-Kaptan Alex- Vazgeçilmez Alex:

Alex Fenerbahçe için bir sorun mu, sorumsuzluk mu, önce bunun cevabını bulmalı… Geldiği günden beri canla başla futbol oynadı, oynuyor, es geçmeyelim. Çoğu kez eleştiri yağmurunda şemsiyesiz kaldı, bazen de çubuklunun hakkını vermesiyle övgülere boğuldu. Uzun yıllardır takıma emeği geçen Alex’in seneye sözleşmesi bitiyor… İşte diyorum ki ben, belki de artık onunla yolları ayırmanın zamanı geldi. Ya da idari açıdan bir destek olarak kullanılabilir. Fenerbahçe için büyük bir çöküş olmayacağını düşünmemle birlikte, içten içe üzüleceğimi de not olarak ekleyeyim…


Rakiplere Göre Oynamak:

Bu durum neredeyse tüm takımlar için sorun oluşturuyor. Bana göre oldukça yanlış bir taktik bu. Hele de Türk futbolu için! Zira artık Anadolu takımlarının hiç de hafife alınmayacağını biliyoruz. Bu taktikten bir an evvel vazgeçilmezse, durum olduğundan kötüye gidecek, benden söylemesi! En güzel örnek Fenerbahçe… Kayseri’yi önemsemeyerek gitti belki de deplasmana, bu konuda bir bilgim yok. Ama sonuç gayet açık. Her takım bizim için bir rakiptir ve her rakip şampiyonluk yolundan önemlidir!


Az Biraz Sabır! :

Geleni geldiği gibi gönderememek adedimizdir bizim. Ne umutlarla transferini yapar, bir-iki tökezlemesinde hemen yollama girişimlerinde bulunuruz! Üstelik ardından söylemediğini bırakmayız. Bence biraz sabretmeli, gelenin de ortama alışmasını beklemeliyiz. He gördün ki olmuyor, fazla vakit kaybetmeden harekete geçmeli. Unutmadan, söz konusu futbol dahi olsa, herkesin ikinci bir şansa ihtiyacı vardır!


“Önümüzdeki Maçlara Bakacağız” :

İşte futbolun klişesi, kırılma noktasıdır bu söz! Her yenilgiden sonra tekrarlanır, dilden dile dolaşır. Futbolcular onu, taraftarlar, “yense de yenilse de…” sözünü tekrarlar. Tamam, buraya kadar bir sorun yok. Gayet umut dolu, takıma güven veren sözlerdir bunlar. Fakat önümüzdeki maçlara pembe gözlüklerle değil de, çıplak gözle bakmayı tavsiye ederim ben! Hata yaptıkça bu söz değerini yitiriyor!


Deplasman Kaderimiz Olmamalı! : Lig başlayalı 4 hafta oldu, ikisi kendi evimizde “sessiz sedasız” oynadığımız, ikisi de deplasmanda olan 4 maçı geride bıraktık. Peki, bana deplasmandaki maçlarda aldığımız kötü sonuçları açıklayabilecek biri var mı? Sezon boyunca Saraçoğlu’nda oynayacağımız kadar, deplasmanda da maç oynayacağız. Yarısından aldığımız 3 puanlar bizi zirvede tutmaya yetecek mi? Bence bunun garantisi yok! Hata yapmayı alışkanlık haline getirdik, bunun böyle gitmeyeceğinin bir an önce farkına varılması gerekiyor. Eğer hal böyle olursa, futbolcuları bilmem ama taraftarın canının çok yanacağına eminim…
Yine En Başa: Önceki yazımda da belirtmiştim bunu, bir an evvel o eski Fenerbahçe olmamız gerekiyor. Takım ruhunu geri kazanmalı ve yolun başındayken en azından zirveye ortak olmalıyız. Zira bu sezonun başlangıcıyla Fenerbahçe futbol takımından sevinçli hiçbir haber alamadık. Diyorum yine, sessiz sedasız oynadığımız maçları saymamı beklemeyin benden!

Derbi Maçı: Önümüzde Beşiktaş ile oynayacağımız derbi maçı var… Aman diyorum, öncelikle futbolun güzelliklerini kaybetmeyelim. Sadece hücuma yönelik oynayıp, gol bulmaya çalışmayalım. Mesela geçen hafta oynadığımız Kayseri maçında hiç korner kullanmadık, farkında mısınız? Diyorum ki ben, sahayı iyi kullanın, oyunu iyi kurun; bizi daha fazla yıkmayın çocuklar…

Şimdi yazacağım satırları hiçbir başlık altına sığdırmak istemedim. Geçen gün internette dolanırken, bir yazıya rastladım. Başlığı şu idi: “Niang da Guiza gibi olacak!” Niye öyle olsun arkadaşım? Nasıl bu tanıyı koyabiliyorsunuz ya? Öyle kızdım ki! Böyle düşünenler yok değil, elbette bir şekilde moralimizi bozmaya çalışanlar var. Ama bu düşünce çok yanlış! Birini diğerine benzetmek de neymiş! Yapmayın ne olur, insanlara zaman tanımayı öğrenmemiz gerekiyor. Bizim bu adamlarla, birlikte havaya kaldıracağımız çok kupamız var, bekleyin ve görün. Biraz sabır, az biraz sabır arkadaşlar!

Dilerim Fenerbahçe’nin durumu kötüye gitmez. Yol yakınken toparlanmalıyız diyorum ben. canımız daha çok yanmadan, içimiz kan ağlamadan, toparlanmalıyız…

Çözüm yollarımı sizlerle paylaşmaya devam edeceğim…

12 Eylül 2010 Pazar

Final Sessizliği..

Dün akşam resmen ayakta izledim maçı.. Hop oturup hop kalka durumu olmadı bu kez. Sırbistan'ın attığı her baskette elime geçirdiğim yastıkları oraya buraya attım, tırnaklarımı yedim, nefesim kesildi, "bu maç gidiyor!" dedim... Aradaki 6 puanlık farktan sonra 3 dakika kalmasıyla, varsın gitsin.. dedim. 12 DEV adamımız bırakmadı!!! Çekip koparırcasına aldı bu maçı!! Herkesin diline dolandığı gibi, geçmişte futbol takımımızın da yaptığının aynısıyla, son dakika'da, hatta son salise'de aldılar maçı!! Bu nasıl bir mutluluk, nasıl...
Diyordum ya hep, Dünya Kupası finalinden beri ağlamadım diye.. Dün gece ağlamama neden olan ilk şey Fenerbahçe'nin saçma-salak yenilgisiydi. Sahada yoklardı bile! Neyse, bu konuya daha fazla girmek istemiyorum. Zira sahiden de keyfimi çok kaçırdı... Ardından gelen final gururu inanılmaz bir duyguydu. Tanrı dev adamlarımızı korusun, bu gece bizi kimse kupadan alıkoyamayacak!
Finale saatler kala, sessiz kalmayı seçiyorum...
(A)rtık (B)izi (D)urduramazsınız!!!

Dipnot: Turnuvada finali hak eden iki takım vardı ve şimdi ikisi de finalde.. Başarılar Dev Adamlar! Yüreğimiz, desteğimiz, inancımız, dualarımız her şeyimiz sizinle! Omuzlarınızda büyük yük var, sizden çok şey bekliyoruz ve inanıyoruz, bize final gururunu yaşatacaksınız!!

9 Eylül 2010 Perşembe

Türkiye ‘Yedi’ Bitirdi!

Delirircesine izledim Türkiye-Slovenya maçını. Nasıl bir istek, nasıl bir hırstı o millilerimizdeki! .Çifte bayram yaşattılar bize, yazımın başından sonuna kadar teşekkür ederim milli futbol ve basketbol takımımıza!


Kabul edelim, turnuvanın başında çeyrek finale kalacağımız yönünde bir beklentimiz yoktu. Artık değil çeyrek final, yedi maçta aldığımız 7 farklı galibiyetle yarı finaldeyiz! 12 Dev Adamınla gurur duy Türkiye! Ancak böyle zevk, böyle neş’e spor denilen oyun!

“Bu maçta Slovenya hiçbir şey yapamadı!” deyip durduk… Nasıl yapsın ki? Aynı dakika içinde defalarca kez hem hücumcu hem savunmacı oynayan kaç takım vardır ki? Daha somut şekilde dile gelsin diye söylüyorum, geçmişin dünya dördüncüsü Slovenya, Türkiye karşısında potada 70’lik bile yapamadı!

Önceki yazımda da belirtmiştim bu duruma anlam veremediğimi… Yine söylüyorum, taraftarın katkısı ve sevgisi büyük! Şampiyonanın kendi evimizde yapılıyor oluşu büyük bir avantaj elbet. Ama zaten yeterince hak etmiyor muyduk?

Bu bir eleştiri, yorum ya da maç anlatım yazısı değil. Bu yalnızca gururdan, mutluluktan, sevinçten akan yaşlarına engel olamadan kaleme alınmış bir “teşekkür” yazısı. Bu takıma, bu oyuna, bu adamlara ne deseniz az! “Türkler uçuyor” dediler, Türkler havalara uçurdu! Dev şampiyonada, dev rekora gidiyoruz. Bir taraftar olarak, “Bize bu kadarı da yeter” diyebilirim elbet; ama demeyeceğim. Millilerimiz yarı finale adını yazdırmışken, bundan daha iyisinin olacağına yönelik inancım artmış durumda. Sizi yürekten kutluyorum dev adamlar! İnancınızı kaybetmeyin; yolunuz açık olsun!

Maç içindeki Slovenya’ya değinecek olursam; eğer bu bir futbol maçı olsaydı, “top onları sevmedi” derdim. Şimdi, “pota onları sevmedi” desem bana gülmezsiniz değil mi?

Slovenya’yı 95-68’lik büyük bir farkla yenen milli basketbol takımımız yarı finalde Sırbistan ile karşılaşacak. Başarılar çocuklar, kalbimiz ve tüm desteğimiz sizinle!

Bu bir skor bayramı, spor bayramı. Kutlu olsun, Hayır'lar getirsin! : ))


8 Eylül 2010 Çarşamba

Hiddink: Bizim Kadar Sevinemeyen Adam

2012 Avrupa Şampiyonası eleme maçlarında yazdığım yazıların başkarakteri Hiddink oldu. “Teknik adamlarla sorunu var!” dediğinizi duyar gibiyim… Aslına bakarsanız Türkiye-Belçika maçında millilerimizin attığı 3 golde bir yanım sevinçten kendini kaybederken, diğer yanım baş adamımızın eksikliğini hissetti.


Elbette “futbol” denilen oyun profesyonel, katılmayı hedeflediğimiz şampiyona da bunun en somut örneği. Ancak atılan gollerde içimin yanmasının asıl sebebi, maç boyunca gözlemlediğim teknik adamımızın gollere bizim kadar sevinemeyişiydi. Tabii bu yanlış bir gözlem de olabilir. Bu adam ki, önceden de bahsettiğim gibi futbol hayatını başarılarla doldurmuş biri… Maç içerisinde yaptığı hamleler oldukça yerinde, hatta hayat kurtarıcı deyim yerindeyse. Bizi aldığı yerden daha yükseğe çıkarıp çıkaramayacağını zaman gösterecek elbet. Belçika maçıyla beraber üst üste oynanan 2 maçtan tam galibiyet alamama durumunu da aşmış olduk. Bu bir sevinç, bu bayram öncesi bir hediye bize... Dipnot olarak yazı içerisine ekliyorum; milli basketçilerimizin de bayramdan bir gün önce oynayacakları çeyrek final maçından galibiyetle dönerek bizlere en büyük bayramı yaşatmalarını diliyor ve yazıma kaldığım yerden devam ediyorum…

Maça dönecek olursam, 90 dakika boyunca tabiri caiz ise soğuk ter döktük. Maçtaki %60’ı seyirciden kaynaklanan o büyüleyici atmosferin futbolcuları ne kadar çok etkilediğini de bir kez daha görmüş oldum. Millilerimizin attığı beraberlik golünden sonra, Şükrü Saraçoğlu Stadı adeta ayağa kalktı. O dakikadan maç bitimine dek tezahüratların artarak sürmesi hepimizin keyfini yerine getirdi. Başta Hiddink olmak üzere, Türkiye’de ilk kez maça çıkan ya da ilk maç izleyen herkesin, Türk taraftarına hayran olduğunu söyleyebiliriz.

Ani gelişen atakların ardından gelen golleri bir kenara ayırırsam, futbolun geneline yaydığım gol yeme durumunu defansa bağlı tutarım genelde. Eğer karşı takım “senin” orta sahanda dilediği gibi pas yapıp organize ataklarla kalene golü gönderiyorsa, sorun kalecinde değil, defansındadır. Akşamki maçta da durum aynen buydu. 64. Dakikada 2. Sarı karttan sonra 10 kişi kalan Belçika milli takımı, orta saha hâkimiyetini tamamen kaybetti. Ancak millilerimiz bu fırsatı çok da iyi değerlendiremedi.

İkinci yarıyla birlikte kendine gelen oyunca, Hiddink’in golü çağırıp, gole yönelik değişiklikler yapması, benden artı puanı kapmasını sağladı. Gayet hareketli ve seyir zevkinin yüksek olduğu bir maçtı. Hop oturup, hop kalktık deyim yerindeyse. Hamit, Semih ve Arda’nın golleriyle Belçika’yı kendi yuvamızda 3-2 mağlup ederek 6 puana ulaştık. Puan tablosundan Almanya’dan sonra, 6 puanla ikinci sırada yer alıyoruz. Dip not olarak ekliyorum, Almanya’nın atamadığı golleri biz Belçika’ya attık, iyi mi? Bence gayet iyi!

Milli heyecanlar devam ederken, birlik olmanın mutluluğunu yaşıyoruz işte… Sporu sevmemizin asıl sebebi bu. Öyle değil mi?

Son olarak, 8 Ekim’de Berlin’de Almanya ile vereceğimiz zirve mücadelesinde millilerimize şimdiden güvenimiz tam!




6 Eylül 2010 Pazartesi


Bize bunu yapma be Sabri. Zaten futbolun yüzünden ölüyoruz, Sabri attı out'a gittilerle... Bunu hiç deneme oğlum, hele 12 Dev Adam'ın yanında, hiç deneme!

5 Eylül 2010 Pazar

Türkler Sizinle Kafa Buluyor!


Şampiyonanın kendi ülkemizde gerçekleştirilmesinden midir, henüz anlayamadım ama nasıl bir istek ve azimle alıyoruz bu maçları, hayret edilir doğrusu!
Bu akşamki Fransa maçını bir kenara koyuyorum, önemi büyüktü zira. Çeyrek finale ulaşmadaki tek engelimiz Fransa'yı 95'lik pota vuruşlarımızla "ortadan kaldırdık."
Dedim ya, bu akşam ki maç sahiden de çok önemliydi. Dünyanın gözü üzerimizdeydi! Dev Adamlarımız bu akşam basketbolda 2010'a damgasını vurmak için ter dökerken, 2 gün sonra Belçika'yı evinde ağırlayacak olan milli takımımız da basketbolcularımıza destek için oradaydı! Hop oturup hop kalktılar, büyük ilgi ve dikkat ile maçı seyrettiler. Eminim bu maç onlar için  moral deposu olmuştur.
Maça zaten "kazanma" odaklı çıkan millilerimiz ilk periyoddan sona kadar elinden bırakmadan savaştı. En nihayetinde de maçı almayı bildi! Keyiften eridik bittik biz, eminim siz de öyleydiniz! Bu leziz maçta aldığımız 95-77'lik Fransa galibiyetinden sonra çeyrek finale yükselmeyi hak ettik. Demiştim size, millilerimizden bu sene çok şey bekliyorum diye, alın daha hiç yenilgi yüzü görmeden çeyrek finale adımızı yazdılar!
Kerem'in sakatlığından sonra içim yanmadı değil...
Sıradaki mç Slovenya ile... Haydi 12 Dev Adam! Yüzümüzü gururla aydınlatmaya devam!

Türkler uçuyooo!

4 Eylül 2010 Cumartesi

Hiddink: Bizden Önceki Adam

Maçtan bahsetmeden önce, yazıma koyduğum başlığa bir açıklık getirmek istiyorum. G. Hiddink’i bilirsiniz hepiniz. Teknik adamlığı boyunca tertemiz ve doğru bir yolda, çizgisini kaybetmeden ilerledi. Başına geçtiği her milletten her takımın başarı tarihinde elbet ismi yer alır. Çok da şaşalı dönemler geçirmemiş olmasına rağmen futbolu seven ve bilen bir adamdır. Onunla çıktığımız bu yolda, bizlere hala, bizden önceki o temiz yolun aynı teknik adamı olduğunu gösterdi.


Maç öncesi, sırası ve sonrasında devamlı olarak kadro seçimindeki yanlışlardan yakındım. Herkesin Ömer seçimine endişeyle yaklaştığını tahmin edebiliyorum; ben de öyleydim zira. Fakat bunun yersiz olduğunu görmüş olduk, en azından bu karşılaşma için. Aslına bakarsanız başlı başına canımı sıkan, Nihat ve Sabri’nin oyun anlayışları. İkisinin de ne derece bencil oynadığının farkındayım tabii. Sabri’nin hedef tutturmadaki başarısızlığı dillere destan! Nihat’ın ise Beşiktaş gibi bir kulübün zengin kadrosunda yer alıyor olmasını hoş karşılamıyorum. İkisi de saygı duyduğum futbolcular ama oyunlarından memnun değilim! Peki ya Tuncay’a ne demeli? Sizce de Tuncay bu takımın ‘hala’ 10 numarası olmayı hak ediyor mu? Ben bu duruma biraz şüpheyle bakıyorum. Onur iyi ve başarılı bir kaleci, ancak daha çok genç… Emre’nin oyun içindeki saldırgan tavırlarından hiç hoşlanmıyorum arkadaş! Hatırlatayım, bu hareketler her hakeme ve her futbolcuya geçmez, Emre’ciğim. Yol yakınken kendini toparla derim ben. Sence de öyle değil mi? Ve eklemek istiyorum. Diyorum ki Sayın Hiddink, Avrupa Şampiyonası’na hazırlanıyoruz. Ve katılabilmemiz için önümüzde büyük önem taşıyan maçlar var. Eğer o maçlara da bu kadro ile çıkmayı denersen, yolun henüz çok başındayken, kendini en sonda bulabilirsin. Zira bu akşamki gibi bir oyun, kadro ve oyuncu seçimleri, bizi bu şampiyonaya taşımaz, benden söylemesi!

Ayrıca bu maçın çok da tat verici olmadığını sözlerime eklemeden geçemeyeceğim. Bunu bağlayabilecek bir sebep de bulamadım ben. Zaten millilerimiz de maça önem vermiş olsaydı, kaçan goller çok olurdu. Yapmayın arkadaşım, zorlu bir şampiyonaya hazırlanıyorsunuz. Bu kadar salaş ve isteksiz futbol sizi iyi yerlere götürmez. Hadi iyi yeri de geçtim, olduğunuz yerden ayrılamazsınız. Biraz istek, biraz aşk, heyecan be çocuklar! Futbol bunların içinde güzel.

Skora gelecek olursak, sürekli şikâyet ettiğimiz suni çim ve bu oyun anlayışı altında gayet yerindeydi. Bundan iyisi, Lionel Messi; o da bizde olmadığına göre, skoru sevmeli diyorum. Siz ne dersiniz?

Dipnot: Deplasmanlardaki kötü talihimizi de yenmiş olduk böylece, haydi hayırlısı dostlar! Yolumuz açık olsun çocuklar!

Al bi'de burdan yak!

2 Eylül 2010 Perşembe

"Kaan Kural Haklı Beyler!"

Günlerdir bir basketboldur gidiyoruz. Henüz şampiyonada bir hafta bile dolmamışken, keyifler pek bir yerinde! Nasıl olmasın ki? Başlıca sebebimiz, böyle dev bir organizasyona ev sahipliği yapıyor olmamız. Güvenimiz tam, şampiyonaya damgamızı vuracağımız anı bekliyoruz!


Maçları dakikası dakikasına takip edemedim ne yazık ki. Takip ettiklerimde oldu elbet, maç sonu değerlendirmelerini iyice sindirdim mesela. Öyle güzel şeyler konuşuluyor ki, emin olun herkes halinden memnun! Türk sporunda gelişmelerin yaşanacağı bir dönemde, zirvedeyiz diyorum ben.

Yunanistan maçından bahsetmek istiyorum ufak da olsa. Basketbol tarihimizdeki Yunanistan takıntımızı biliyorum tabii. Ancak bu öyle farklı bir şeydi ki, çoğu kişi geçmişin bizim lehimize döndüğünü bile söylüyordu. Onlara katılmamak ne mümkünmüş! Adeta hop oturup hop kalkarak izlediğim bir maç oldu, bu seyir zevkinden dolayı özellikle minnettarım 12 Dev Adamımıza! Maç sonunda salonda olup, Amerikanvari repliklerle Yunan takımına gidip, “Hey dostum, sizin sorununuz ne biliyor musun? Geçmişe takılıp kalmanız! Haydi, ama bu maç bizim, görmüyor musun!” demeyi çok istedim elbet. Artık önümüzdeki “galibiyetlere” bakacağız diyorum ben. Maçlardaki Ersan ve Kerem desteğini es geçmeyelim. Takımda böyle adamlar varken, bu sonuçlar çok da şaşırtıcı değil, ne dersiniz?

Hazır futbolda da millilerimiz kendi sahasında galibiyet için oynayacakken, bence Dev Adamlarımızın bize yaşattığı mutluluk harika geldi. Gruplarda liderliği garantiledik, iyi’den çok iyiye doğru adım adım gidiyoruz. Kaçanlarla yeniden kovalıyor ve önünde sonunda kazanıyoruz işte! Bunun en büyük sebebi ne biliyor musunuz? Taraftar desteği… Türkiye’de spor ne kadar zorsa, bir o kadar da kolay! Zira öyle inançlı, öyle içten taraftara sahip ki sporcularımız, bunun değerini bilmeliler. Bizim tam desteğimizi ve güvenimizi oynayarak veriyorsunuz, devam edin. Türkiye bunu ve daha iyilerini hak ediyor çocuklar! En iyiye doğru, en iyi adımlarla, sizi izlemek harika!

Elbet zorlu maçlar da bekliyor bizi, yolumuza pürüzsüz devam edebilmeyi diliyorum.



Ne diyordum? Kaan Kural haklı beyler! Ersan’ı izlemek kadar, büyük bi’ keyif yok-büyük bir keyif yok! : ))

Bakınız.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Yoboo !

Evvet! İşte transferde son nokta! Fenerbahç takımında en çok yakındığım savunmadaki boşluk oldu sürekli. Tamam, Lugano iyi hoş. Onsuz zaten takımı düşünemiyorum. Fakat Bilica'yı yanına çok da yakıştırmıyordum, bilen bilir. İşte bizim bayıla bayıla eleştirdiğim sevgili yönetimciğimiz, kafayı siyahi futbolculara taktığını son transferiyle de kanıtlamış oldu. Lugano'nun yanına, aynı onun oyun karakterinde bir defans oyuncusu aldık, çok da iyi ettik! E bundan iyisi, Lionel Messi artık. Ufak ama pürüzsüz transferlerimizle kapattık bu dönemi. Vatana-millete, takıma futbolcuya, taraflıya tarafsıza hayırlı uğurlu, bol gollü pozisyonlu olsun inşallaaaaah! : ))
Üstelik ben çok severim gol attığında kendine ha sevinçlerle taraftarı tetikleyen oyuncuları! Tipine kurban adamım!

Aslında o değil de, Guiza hala gidemedi arkadaş, ne bahtsız adammış. Top toplayıcılarımızda bir açık varsa, yerleştiriversek onu da, bi' işin ucundan tutsun garibim. Yo, hayır. Dalga geçmiyorum tabii! : )

Transfer Dönemi

Futbolda 2010/11 sezonu birinci transfer dönemi sona ermek üzere. Oldukça gösterişli bir transfer dosyası daha 'ara transfer'' olarak adlandırılan ikinci transfer dönemi olan 5 Ocak-1 Şubat 2011 tarihine kadar kapanmış bulunmakta! Vatana millete, futbola futbolcuya hayırlı olsun diyelim ve “gözde transferlerin” analizini yapalım…


Bu sezon hiç şüphesiz ki taraftarını heyecana boğan takım Beşiktaş oldu. Kafayı yıldızlara takan siyah-beyazlı takım yönetimi hiç de hafife alınmayacak altı transfer yaptı. Başlangıcı teknik direktör yenilemesiyle yapan ekip, orta sahayı güçlendirmeyi kendine hedef koymuş olacak ki, Stutgart takımından R. Hilbert, Inter'den R. Quaresma ve Real Madrid'ten Guti'yi renklerine bağlayarak taraftarını mutlu etti. Kaleci eksiğini de Denizli’den Cenk ile gideren yönetim, defansa kiralık olarak Ersan’ı almayı ihmal etmedi. Böylece dopdolu bir şekilde birinci transfer dönemini kapadı. Transferde en dikkat çekenler Quaresma ve Guti idi. Olaylı gelişlerini, törenli imzalarla birleştirip golleriyle havalara uçuldu. İlerleyen maçlarda taraflı tarafsız herkesin onlardan büyük işler beklediğini de söyleyeyim. Bu arada Beşiktaş takımdan gönderilen futbolcularla da gelen-giden dengesini biraz bozmuşa benziyor.

Geçen sezonun şampiyonu Bursaspor takım kadrosunu çok da sarsmayacak transferleri ile hücumu beslemeyi tercih etti. Kadrosuna Fenerbahçe’den kattığı Vederson ile kadrosundan çıkardığı Tuna Üzümcü transferleri benim dikkatimi en çok çekenlerdendi.

Transferde sessizliği seçen Galatasaray’da suskunluk 31 Ağu. 10 öğlen saatlerinde son buldu. Çok da ihtiyacı olduğunu düşünmediğim bir alana Misimoviç ile nokta koyan Galatasaray, lige kötü başlaması ve Avrupa macerasına erken veda etmesinden sonra yaptığı bu transferle amacına ulaşacak mı, bekleyip göreceğiz.

Yaptığı teknik adam transferi ile eleştiri yağmurunda şemsiyesiz kalan Fenerbahçe yönetimi ilk adımı takımın eski golcülerinden Aykut Kocaman ile yaptı. Çok konuşulan bu transfer ile yerli hocalara zaman tanınması gerektiği kanısına varıldı. Uzun yıllardır aradığı forveti İspanyol gol kralı Guiza ile bulamayan sarı-lacivertli ekip rotasını Fransa gol kralına çevirip M. Niang’ı renklerine bağladı. Oynadığı maçların hepsinde atılan bu adımın ne kadar gerekli ve yerinde olduğu da görüldü. Orta sahayı iyiden iyiye besleyen takımda, gelen-giden dengesinin aynı olması tepki topladı. Beşiktaş takımında da olduğu gibi alt yapıdan kazandırdığı genç futbolculardan da istediğini almaya başlayan Fenerbahçe’de yönetimin kafayı siyahî futbolculara taktığı gözden kaçmadı. Savunmaya kazandırılan yeni bir Afrikalımız daha oldu! Ayrıca Volkan Babacan’ın takımdan gönderilmesiyle oluşan kaleci açığına da Serkan Kırıntılı ile son veren takımda, Avrupa’ya erken vedanın izleri silinebilecek mi, hep birlikte göreceğiz.

Lige yeni katılan takımlarda kadro yeniliği oldukça dikkat çekti, eklemeden geçmeyeyim.

Avrupa’daki transferlere göz atacak olursak, pek de hareketli bir dönem olmadığını göreceğiz. Adı önce Fenerbahçe ardından Beşiktaş ile anılan Robinho, Manchester City’den Santos’a geçiş yaptı.

Avrupa’da öne çıkanlar:

Maxi Rodriguez takımı Atletico Madrid’ten Liverpool’a transfer oldu.

Mesut Özil’in Real Madrid transferi uzun süre gündem düşmedi. Barcelona’nın Madrid’e cevap niteliğindeki Arjantinli futbolcu transferi de, arkasında bıraktıklarıyla uzun süre konuşulacağa benziyor. Başta Barca’nın Ibra’yı elinden çıkarmasıyla büyük güç kaybedeceğini düşünmüş olsam da, aslında bunun hiç de öyle olmadığı geçtiğimiz maçta belli oldu.
Transferlerin bitimine 24 saatten az bir süre kalmasıyla takımların oynayacağı son kozları merakla bekliyor olacağız.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...